Bertrand Russell

Anlam ve Doğru Üzerine Bir Soruşturma (1938- 1940)

Sanat Tanımı Topluluğu

 

Yazılı kayıtlarına ulaşabildiğimiz en eski günlerden beri, insanlar, onlar konusunda boş inanlar edinerek, sözcüklerden çekinmiştir; düşmanının adını öğrenen birisinin ona büyü yapabileceğine inanılıyordu. Günümüzde de hâlâ, “yasalara (sözlere)” dayanarak kişilere cezalar verilmekte. “Önce söz vardı” anlatımı insanlarca rahatça onaylanır. Platon’dan Carnap’a fizikötesi yapanların çoğunun çalışmalarının temelinde bu, “sözün önce gelmesi” düşünüsü yatar.

Dilin ne olduğunu anlayabilmemiz için, önce, gizemli ve korkutucu özellerinden arındırarak onu, ele alınacak olağan bir nesne durumuna indirgemeliyiz. Bu bölümün temel amacı, işte, bunu gerçekleştirmektir.

Anlamsal (simgesel) bağıntılarını göz önüne almadan, sözcükleri, önce, duyulur dünyada ortaya çıktıkları durumda ele alalım. Duyulur dünyada, konuşulan sözcükler, işitilen sözcükler, yazılan sözcükler ve okunan sözcükler olmak üzere dört çeşit sözcük vardır. Başta özdeksel nesnelere sağduyusal bir görüş ile yaklaşmaktan zarar gelmez, çünkü sağduyusal sözler ile anlatılmış olanları biz, sonradan, istediğimiz bir felsefesel dile çevirebiliriz. Bu neden ile, duruma göre elle yazılmış veya basılmış olabilecek yazılan ve okunan sözcükleri, özdeksel şeyler (Neurath’ın dediği gibi, mürekkep yığınları) gibi görerek aynı şeye indirgeyebiliriz. Yazmak ile okumak arasında çok ayrım vardır, ama, bu konuda söylenmesi gereken şeylerin hemen hepsi, konuşmak ve işitmek arasındaki ayrım için de söz konusudur.

Belirli bir sözcük, diyelim ki “köpek” sözcüğü birçok yerde birçok kişinin söyleyebildiği, işitebildiği, yazabildiği veya okuyabildiği bir sözcüktür. Bir kişinin bu sözcüğü söylediğinde olana “söylenen söz”, bir kişinin bir sözcüğü işittiğinde olana “işitilen söz” el ile yazılmış veya basılı bir sözcüğün oluşturduğu fiziksel nesneye “kılıklı söz” diyeceğiz. Konuşulan sözlerin, seslerin ve kılıkların, öbür sesler ve kılıklardan ruhbilimsel özelleri ile, belirli “bir amaç için oluşturulmaları” ve “anlam” taşımaları ile ayrıldıkları apaçıktır. Ama, şu an için, bu özelleri, olanak olduğunca, bir yana bırakmak ve sözcüklerin durumunu yalnızca duyulur dünyanın bir parçası olmaları bakımından araştırmak istiyoruz.

Söylenen “köpek” sözü bir ve yalnız bir şey, bir kendi olan (antite) değildir. Zıplamanın bedensel devinimlerin bir sınıfı, yürümenin de bunların başka bir sınıfı olması gibi, konuşulan söz de dilin, gırtlağın ve nefes borusunun benzer devinimlerinin bir sınıfıdır (kümesidir). “Köpek” sözcüğü bir tümeldir, tıpkı köpeğin bir tümel olması gibi. İki ayrımlı neden ile, hemen hemen aynı “köpek” seslemesini yaptığımızı sanırız. Ama aslında, belirli bir türün iki örneğini söyleriz, iki köpek gördüğümüzde aynı türün iki örneğini görmemiz gibi. Bu neden ile köpek ile “köpek” sözcüğünün mantıksal durumları arasında bir ayrım yoktur. İkisi de tür olarak geneldir ve bunların, yalnızca, örnekleri gerçekten vardır ve gerçekleşir. Köpeğin dört ayaklıların belirli bir sınıfı olması gibi “köpek” sözü de söylenen sözlerin belirli bir sınıfıdır. İşitilen söz ve yazılan söz için de bütünü ile aynı açıklamalar geçerlidir.

Çok açık bir olgu olan, sözcüğün tümel olması üzerinde abartılı olarak durulduğu düşünülebilir. Ama, bir sözcüğü, bir şey olarak almak ve çok sayıda köpek olmasına karşın köpek sözcüğünün hepsi için kullanılabilir olduğu savlaması, dikkatli olunmadığında, belirli bir köpek özünün bütün köpeklerde bulunduğu, bunun da “köpek” sözcüğünü gerçekten karşıladığı çıkarımına götürebilir ve böylece, Platon’un idealar evrenine varılır. Ama, aslında, hepsi az veya çok birbirine benzeyen bazı dört ayaklılar için kullanılabilen, az veya çok birbirine benzeyen bazı sesler bulunmaktadır.

“Köpek” sözcüğünü söylenen söz olarak tanımlamaya çalıştığımızda, bu, anlaşılmak için konuşulduğu göz önüne alınmadan yapılamaz. Bazı kişiler “chien” der, ama, biz “köpek” sözcüğünün anlamını biliriz. Bir alman ise “dok” demeye eğilimlidir ve bir İngiliz Almanca bir tümce içinde bunu duyduğunda “dog” sözcüğünün bir örneğinin seslendirildiğinin ayrımına varır. Ama, aynı seslemeyi yapan bir İngiliz “dock (rıhtım)” sözcüğünün bir örneğini söylüyor olabilir. El yazısı kötü olan kişiler için de aynı değerlendirmeler yapılabilir. Dolayısı ile, bir iyi konuşma eğitmeninin ve bir hattatın ortaya koyduğu standart bir sesleme ve kılık bir sözcüğün bir örneğini belirlemek için gerekli olsa da, yeterli değildir ve standarda benzerliğin gerekli olma derecesi kesin olarak belirlenemez. Aslında, sözcük bir akraba olmadır (familya), tıpkı köpeklerin akraba olması gibi; bu neden ile saptanmamış ara olguların, evrimde, kurtlar ile köpekler arasında oluşmuş olması gerektiği gibi.

 Belirli bir sözcüğü (örneğin “köpek” sözcüğünü) bir şey olarak ele aldığımızda, hepsi birbirine benzeyen bazı gerçek şeyler için kullanılabilen, hepsi birbirine benzeyen bazı gerçek seslerden söz ediyoruz demektir. Bu sesler arasında bazı belirsiz durumlar vardır. Bu neden ile, incelemede basılmış söz daha yeğlenebilir. Görme duyusundan yoksun olmayan bir kişiye, mürekkebi solmuş, dökülmüş olmadıkça, belirli bir yerde basılı “köpek” sözcüğü belirsiz gelmez. Baskı, aslında, sınıflandırma isteğimizi karşılamak için bulgulanmış bir zanaat ürünüdür. A harfinin iki örneği birbirine benzerdir ve ikisi de B harfinin bir örneğinden çok ayrımlıdır. Beyaz kâğıt üzerine koyu renk mürekkep ile basılarak, her harfin zemini ile karşıtlık oluşturması sağlanır. Basılmış bir kâğıt, birbirinden ayırt edilebilen ve kolayca sınıflandırılabilen kılıklar ile donatılmış ve böylece, mantıkçının üzerinde işlem yapabileceği bir duruma gelen bir nesne olmuştur. Ama, mantıkçı kitapların dışındaki dünyanın mantık ile eşit düzeyde olduğunu sanarak kendisini kandırmamalıdır. Konuşulan, işitilen veya yazılan sözcükler, öbür bedensel devinimler, sesler ya da kılıklar sınıflarından “anlam”lı olmak bakımından ayrılır. Birçok sözcüğün, yalnızca, uygun bir söz bağlamında anlamı vardır; “göre”, “veya”, “ama” gibi sözcükler bağımsız olamaz. Anlamı açıklamaya böyle sözcükler ile başlayamayız, çünkü onlar başka sözcükleri gerektirir. Bir çocuğun ilk öğrendiği bütün sözcükler de içinde olmak üzere, özel adlar, tanınan hayvanların sınıf adları, renk adları gibi, tek başlarına kullanılabilen sözcükler vardır. “Nesne sözcükleri” adını verdiğimiz bu sözcükler, daha sonraki bir bölümde incelenecek olan “nesne dili”ni oluşturur. Bu sözcüklerin, anlamları olan örnekler ya da nesneleri tanıma yolu ile öğrenilmiş (veya öğrenilebilir) olmaları, başka sözcükleri gerektirmemeleri ve her birinin bütün bir tümce olabilmesi, gibi özelleri vardır. “Yangın!” diye bağırabilirsiniz, ama, “göre!” diye bağırmak anlamsızdır. “Anlam”ın açıklamasının, başka sözcüklere gereksinmesi olmayan sözcükler ile başlaması gerektiği açıktır. Çünkü, “anlam”da da, “doğru” ve “yanlış” da olduğu gibi, dillerdeki aşamalı düzene benzeyen bir aşamalı düzen vardır.

Sözcüklerin, anlatıda, dilekte, buyrukta, düşsel kurguda olduğu gibi birçok kullanımı vardır. Ama, nesne sözcüklerinin en ilksel kullanımı tanıyıcı kullanımdır; bir tilki görüldüğünde “tilki” demek gibi. Yoklamada belirli bir kişinin orada olup olmadığının öğrenilmesi amacı ile bir özel adın söylenmesi sözcüklerin başka bir ilksel kullanımıdır. Ama bu, tam olarak ilksel bir kullanım değildir, çünkü, bir nesne sözcüğünün anlamı, o sözcük söylendiğinde nesnenin karşıda bulunması ile bilinmelidir. Tanımlar aracılığı ile öğrenilmiş sözcükler ise önceden var olan bir dili gerekser.

Bir dili bilmenin sözcükleri uygun olarak kullanmak ve sözcükler işitildiğinde uygun eylemlerde bulunmak demek olduğu açıktır. Bir kriket oyuncusunun çarpma ile fırlatmanın matematiksel kuramlarını bilmesinin gerekli olması gibi, bir sözcüğün ne anlama geldiğinin söylenebilmesi de gereklidir. Birçok nesne sözcüğünün ne anlama geldiğini söylemek, geneleme dışında, olanaksızdır. Çünkü dil bu sözcükler ile başlar. Söz gelimi, “kırmızı” sözcüğünü açıklamanın tek yolu kırmızı bir şeyi göstermektir. Bir çocuk işittiği “kırmızı” sözcüğünü, işitilen sözcük ile kırmızı renk arasında bir çağrışım kurduğunda anlar ve konuşulan “kırmızı” sözcüğüne, eğer kırmızı bir şeyin ayrımına vardığında “kırmızı” diyebiliyor ise ve böyle davranmak için bir güdüsü var ise, ancak, egemen olmuştur.

Nesne sözcüklerinin başlangıçtaki öğrenimi, dil aygıtında ustalaşıldıktan sonraki kullanımdan başka bir şeydir. Erişkinlerin yaşamında emir kipindeki her konuşma, bir adın yoklanmasındaki gibi apaçık olmasa da, bir istek belirtir. Konuşma yalnızca bir bildiri olduğunda, “şunu bilmeliyiz ki” isteği ile başlar. Çok şey biliriz, ama, bunların bazılarını savlarız. Savladıklarımız dinleyicilerimizin bilmesini istediklerimizdir. Kayan bir yıldız görüp “bak!” dediğimizde, bu tek sözcüğün, yanımızdaki kişinin onu görmesini sağlayacağını umarız.

Bütün bunlardan, erişkin yaşamında, bir sözcüğün, yalnızca, sözcüğün “gösterdiği” şeyin duyumsanması ya da imgelemde bulunması nedeni ile değil, aynı zamanda, dinleyicinin o konuda bir davranışta bulunması amacı için de kullanıldığı sonucu çıkmaktadır. Konuşmayı öğrenmekte olan bir çocukta ve hatta, daha yaşlı kişilerde durum, her zaman, böyle değildir, çünkü, ilginç olaylar karşısında sözcüklerin kullanımı otomatik bir durum almıştır. Öldüğüne, yanlış olarak, inandığınız bir arkadaşınız ansızın karşınıza çıksa, büyük olasılık ile, sizi duyacak kimse olmasa da, adını haykırırdınız. Ama böyle durumlar ayrıksıdır.

Bir tümcenin anlamında üç ruhbilimsel öge vardır: Biri bu tümceyi söyleten çevresel nedenlerdir. İkinci ruhbilimsel öge, bu sözü söylemenin amacı bağlamında, bu tümceyi işitmenin etkileridir. Sonuncu ruhbilimsel öge ise, konuşanın dinleyici üzerinde oluşmasını umduğu etkilerdir.

Konuşma, bazı ayrıksı durumlar dışında, genel olarak, bir kişinin, başka kişilerin, o kişinin istediği, eylemde bulunması amacı ile çıkardığı seslerden oluşur; ama, konuşmanın bildiri ve savlama yeteneği asıldır. Konuşma işitildiğinde, bu, çevrenin konuşmacı tarafından algılanan ama dinleyicinin algılamadığı veya konuşmacının geçmiş deneyimlerinden anımsadığı bir duruma uygun düşecek bir eylemde bulunulmasına neden olabilir. Örneğin, evinizden gece karanlığında ayrılan bir konuğa yol gösterirken “dikkat! iki basamak ineceksin” diyebilirsiniz. Bu konuşma, onun, basamakları görseydi yapacağı eylemi yapmasını sağlayabilirdi. Ama, bu, konuğunuza gerçekten yardım etmek istiyorsanız söz konusudur. Konuşmanın amacı, her zaman, olguyu olduğu gibi anlatmak değildir. Aldatmaya yönelik bir konuşma da olasıdır. “Dil bize düşüncelerimizi gizleyebilmemiz için verilmiştir”. Dolayısı ile, dili olguları anlatmak için bir araç olarak gördüğümüzde, bu anlatımın konuşmacının bazı isteklerini örttüğünü de varsaymalıyız. Dilin olguları oldukları gibi anlatabilmesi ilginçtir; ama, onun yanlışlıkları anlatabilmesi de, aynı derecede, ilginçtir. Bunlardan hangisini anlatır ise anlatsın, bunu, dinleyicinin bir eylemde bulunması amacı ile yapar. Eğer dinleyici bir köle veya bir çocuk ya da bir köpek ise istenen eylem bir komut ile (emir kipinden bir söz ile) kolayca elde edilir. Ama, yalanın ve doğrunun etkili olmaları arasında ayrım vardır. Yalan, doğru olma asıl olduğunda istenen sonucu üretir. Aslında, doğru kural olmasaydı kimse konuşmayı öğrenemezdi. Çocuğunuz her köpek gördüğünde, rastgele, “kedi”, “at” ya da “timsah” derseniz, gördüğü bir köpek olmadığında, onu, “köpek” diyerek aldatmanızın olanağı yoktur. Dolayısı ile, yalan söylemek, genel kural olarak, doğru söylemeye koşullu olarak bağlı bir türev eylemdir.

Öyle görünüyor ki, tümcelerin çoğu, aslında komut olsa da, nesne sözcüklerine özgü bildiri (olayı gösterme) özeli olmasa, dinleyicide eyleme neden olma işlevlerini yerine getiremez. Varsayalım ki, birine “koş” dedik ve o da koştu; bunun olmasının tek nedeni “koş” sözcüğünün belirli bir tür eylemi göstermesidir. Bu durum askersel eğitimde en yalın olarak görülür; belirli bir tür sesleme (komut sözcüğü) belirli bir tür bedensel devinimi ortaya çıkartsın diye bir koşullu tepi oluşturulmuştur. Bu durumda, sözünü ettiğimiz konuşulan ses türünün anılan devinim türünün adı olduğu söylenebilir. Ama, bedensel devinimlerin adı olmayan sözcüklerin eylem ile aralarında daha az doğrudan bir bağ vardır.

Yalnızca belirli durumlarda sözel bir anlatımın “anlamı”, dinleyicide oluşturulması amaçlanan eylem ile özdeşleştirilebilir. Komut sözü ve “bak!” sözcüğü böyle durumlardır. Ama, “bak, tilki” dendiğinde, dinleyicide, belirli bir etki üretmenin ötesinde; amaç, aynı zamanda, çevreyi betimleyerek, ona eylem için bir içgüdü kazandırmaktır. Anlatısal konuşma durumunda “anlam” ile amaçlanan etki (eylem) arasında daha fazla ayrım olduğu söylenebilir.

Yalnızca tümcelerin amaçlanan etkileri vardır; ama, anlam tümceler ile sınırlandırılamaz. Nesne sözcüklerinin tümcelerde geçmelerine bağlı olmayan anlamları vardır.

Konuşmanın en alt düzeyinde, tümceler ile tek, tek sözcükler arasında bir ayrım bulunmaz. Bu düzeyde, sözcükler gösterdikleri karşıda bulunan duyulur şeyi adlandırmak için kullanılır. Nesne sözcükleri bu adlandırma biçimindeki konuşma yolu ile anlamlarını kazanır. Bu konuşma biçiminde (formunda) her sözcük bir savdır. Karşıda bulunan duyulur şeyler konusunda olmayan, bunların ötesine geçen sözlerin ve hatta, böyle bazı önermelerin yalnızca tümceler içinde belirlenebilen anlamları vardır. Ama, tümceler nesne sözcükleri içeriyor ise, savladıkları şey nesne sözcüklerinin anlamına bağlıdır.

Hiçbir nesne sözcüğü içermeyen tümceler vardır. Bunlar mantıksal ve matematiksel tümcelerdir. Bütün deneysel anlatımlar nesne sözcükleri ya da onlara dayanarak tanımlanan sözlük sözcükleri içerir. Dolayısı ile, nesne sözcüklerinin anlamı deneysel bilgi kuramında temeldir. Çünkü dil, dil dışı olanlar ile deneysel doğruyu ya da yanlışı  anlatmasını olanaklı kılacak bağlantıyı, nesne sözcükleri aracılığı ile kurar.

Tümceler soru, istek, ünlem veya emir kipinde olabilir. Bunların dışında bildiri kipinde tümceler de vardır. Soruşturmamızın bundan sonraki bölümünde, kendimizi, bildiri tümceleri ile sınırlayabiliriz, çünkü, yalnızca onlar doğru ya da yanlıştır. Bildiri tümcelerinin doğru ya da yanlış olmaları yanında ele alacağımız iki özeli daha vardır ve bu özelleri başka türden tümceler ile de paylaşırlar. Bunlardan biri içerdikleri sözcüklerin anlamlarından edindikleri türev bir anlamlarının olmasıdır. İkincisi ise, bir çeşit bir olmaları ve kendilerini oluşturan sözcüklerde bulunmayan bazı özellerinin bulunmasıdır. Bunların tamamı incelenmelidir.

Bildiri tümcelerinin bir özeli, kesin bir bütün olmaları ve böylece, kendilerini oluşturan bölümlerde (sözcüklerde) bulunmayan özellerinin olmasıdır. Dilbilgisi bakımından tek bir tümce olarak görülen bir tümce mantıksal açıdan bakıldığında tek bir tümce olmayabilir. “Dışarı çıktım ve yağmur yağdığını gördüm” mantıksal olarak şu iki tümceden ayrımsızdır: “Dışarı çıktım”, “yağmur yağdığını gördüm”. Ama, “dışarı çıktığımda yağmur yağdığını gördüm” mantıksal bakımdan tek bir tümcedir: İki olayın eşzamanlı ortaya çıktığını savlar. “Sezar ve Pompe büyük komutanlardı” mantıksal bakımdan iki tümcedir (Sezar büyük komutandır ve Pompe büyük komutandır.), ama, “Sezar ve Pompe büyük komutanlar olmaları yönünden birbirlerine benzerlerdi” mantıksal bakımdan tek bir tümcedir. Yalın bütün konusundaki soruşturmamızı yürütmemiz için, mantıksal açıdan bir tek olmadıkları açık olan, “ve”, “veya”, “ise” veya bağlaç durumundaki öbür sözcüklerden biri ile bağlanmış, iki sav içeren önermeleri dışarda bırakmalıyız. Bir olan tümce daha bir olan iki tek tümcede söylenemeyecek (ikiye bölünemeyecek) bir şeyi söylüyor olmalıdır.

“Hastalanırsanız üzüleceğim” tümcesini alalım. Bu tümce “siz hastalanırsanız” ve “ben üzüleceğim” olarak ikiye bölünemez. Bu tümcenin, soruşturduğumuz türden bir bir oluşu vardır. Ama bu tümcede, başka bazı tümcelerde bulunmayan, bir karmaşık olma da söz konusu. Zamanı yok sayarsak, yukardaki söz “siz hastasınız” ile “ben üzgünüm” arasında bir (koşullu) bağıntı belirtmektedir. “Hastalanırsanız üzüleceğim” tümcesi ile, önermelerden “ben üzgünüm” doğru olduğunda “siz hastasınız”ın hep doğru olacağının ileri sürüldüğü düşünülebilir. Aralarındaki bağıntıya dayanarak böyle tümcelere “molekülsel”, onları oluşturan tümcelere de “atomsal” tümce denebilir. Herhangi bir tümcenin başka bir tümce ile bağlı olmadan “atomsal” olup olamadığı sorusu şu anda yanıtsız bırakılabilir; ama bir tümcenin molekülsel olduğunu anladığımızda, tümcenin tek bir tümce olmasını neyin sağladığını araştırırken, dikkatimizi önce onun atomlarına yöneltmeliyiz. Kabaca söylendiğinde, atomsal tümce yalnızca bir eylem içeren tümcedir: ama, bu tanım yalnızca kesin dil olan mantıksal dilde doğrudur.

Bu konudaki soru kolayca yanıtlanamaz. Diyelim ki, önce “A”, sonra da “B” dedim. “’A’ sesi ‘B’ sesinden önce işitildi” yargısına varabilirsiniz. Ama, bu, “’A’ sesi oluştu” ve “’B’ sesi oluştu” ve bir olay öbüründen önceydi anlamına da gelir. Dolayısı ile, anlatımınız “dışarı çıktıktan sonra ıslandım” anlatımı ile benzeşir. Bu, atomları “A oluştu” ve “B oluştu” olan molekülsel bir anlatımdır. Peki, “A oluştu” ile ne söylemek isteriz? Belirli bir sınıftan, “A” adındaki sınıftan bir ses örneği ortaya çıktı demek isteriz. Öyle ise, “A B’den önceydi” anlatımının gizli bir mantıksal biçimi vardır. Bu biçim de, “önce bir köpeğin havlaması, sonra bir atın kişnemesi duyuldu” anlatımının biçimi ile aynıdır.

Bunu biraz daha ileri götürelim. “A” diyorum ve sonra, “ben ne dedim?” diye soruyorum. Siz de “’A’ dediniz” yanıtını veriyorsunuz. Şimdi, sizin bu yanıtta “A” dediğinizde çıkardığınız ses, benim söylediğim “A” sesinden ayrımlıdır. Bu neden ile “A” tikel bir sesin adı olsaydı, anlatımınız yanlış olurdu. “A” bir sesler sınıfının adı olduğundan önermeniz doğru oluyor. Önermeniz benim çıkardığım sesi sınıflandırır.Tıpkı “hav” deyip ben ne yaptım? Diye sorduğumda, “bir köpek gibi havladınız” anlatımınızın sınıflandırmasının doğru olacağı gibi. Bu, dilin bizi, genellemeden en fazla kaçınmak istediğimizde bile, genel konuşmaya nasıl zorladığını gösterir. Çıkarılan tikel ses konusunda konuşmak istediğimizde ona bir özel ad vermeliyiz. Benim çıkardığım “A” sesine “Tom”, sizin çıkardığınız “A” sesine ise “Dick” diyelim. Bu durumda, “Tom ve Dick A’nın birer ögesidir” diyebiliriz. “Tom dedim” diyebiliriz. Ama, “(Tırnak içinde) ‘Tom’ dedim” diyemeyiz. Kesin olarak, “(Tırnak içinde) ’A’ dedim” demememiz gerekir. “Bir (tırnak içinde) ’A’ dedim” dememiz gerekir. Bütün bunlar, “A” ya da “insan” gibi bir genel terim kullandığımızda, anlığımızda oluşanın bir tümel değil, gerçekleşmiş örneğin benzediği bir örnek olduğu genel ilkesini açıklamaktadır. “’A’ dedim” in gerçek anlamı “şimdi çıkardığım ’A’ sesine benzer bir ses çıkarmıştım” olmalıdır.

Şimdi, “Önce ’A’ sonra ‘B’ dedim” varsayımına dönüyoruz. İlk söylediğim tikel seslemeye “Tom”, ikincisine ise “Harry” diyelim. Bu durumda “Tom Harry’den öncedir” diyebiliriz. Bu, “’A’ sesi ’B’ sesinden önceydi” dediğimizde, gerçekte söylemeye çalıştığımızdır. Böylece, sonunda, sınıflardan söz etmeyen bir atomsal tümceye ulaşmış oluyoruz.

“’A’ sesi ’B’ sesinden önceydi” dediğimde, bunun “A oluşur” ve sonra “B oluşur” demek olması gibi, “Tom Harry’den önceydi”nin de “Tom oluşur” ve sonra “Harry oluşur” demek olduğu söylenerek açıklamaya karşı çıkılabilir. Bu karşı çıkış mantıksal bir yanlışlıktır. Bir sınıfın açıkça belirtilmemiş bir üyesinin oluştuğu söylendiğinde, eğer hangi sınıfın kastedildiği biliniyor ise anlatım anlamlıdır. Ama, gerçek bir özel ad söz konusu olduğunda, ad bir şeyi adlandırmıyor ise anlamsızdır. Bir şeyi adlandırıyor ise o şey karşıda bulunmalıdır. Ad bir şeyi adlandırmıyor ise bir sözcük değil anlamsız bir sestir.

Kılgıda, çok kısa süreli varolan tek tek olaylara (occurence) özel adlar verilmez; çünkü bunlardan çoğu, konularında konuşmak için, yeterince ilgimizi çekmez. Bunlardan söz etmek durumunda olduğumuzda ise, özel ad vermek yerine, onları “Sezar’ın ölümü”, “Isa’nın doğumu” gibi bir takım açıklamalar ile karşılarız. Fiziksel terimler ile konuşursak, Sokrates, Fransa, Ay gibi, özel adlar belirli uzay–zaman sürekliliklerini gösterir. Eskiden, özel ad ile tözleri veya (Tür, Cins gibi) töz toplamlarını adlandırdığımız söylenebilirdi, ama, günümüzün yaklaşımı ile, bir özel adın karşılığı için bunlardan ayrımlı bir anlatım bulmamız gerekmektedir.

Bir özel ad, kılgısal olarak, kapsadığı birçok olaya gönderme yapar. Tek, tek olaylar özel adın anlamının parçalarıdır. Sınıf adında ise gerçeklikler o sınıfın örnekleridir. Örneğin, “Sezar öldü” tümcesini ele aldığımızda, “Ölüm” birbirine benzeyen bazı olaylar için kullanılan bir genel sözcüktür, ama, bunlar arasında uzay-zamansal bir bağlantı bulunması zorunlu değildir ve bunlardan (ölümlerden) her biri bir ölümdür (ölümün bir örneğidir). “Sezar” özel adı ise, uzay-zamansal olarak aralarında bağıntılı bir dizi belirli olaya (bu olaylardan bireysel birinin adı olarak değil) olayların tek tek hepsine verilen adıdır. “Sezar öldü” dediğimizde, adı Sezar olan bir dizi olaydan (Sezar olan) birinin ölümler sınıfının (kümesinin) bir üyesi olduğunu söylemiş oluruz. İşte bu bir olaya “Sezar’ın ölümü” denir.

Mantıksal bir görüş açısından, bir özel ad uzay-zamanın herhangi bir sürekli bölümüne atanabilir (gözlenebilir düzeyde bir süreklilik yeterlidir). Bir kişinin yaşamının iki ayrı bölümüne ayrımlı adlar verilebilir ve “Evren”, uzay-zamanın bütünü için bir özel ad olarak onaylanabilir. Uzay-zamanın çok küçük bölümlerine, eğer bunlar ayrımına varılabilecek büyüklükte ise, özel adlar verilebilir. Belirli bir gün (örneğin, 12 Aralık 2019 Perşembe günü), saat, öğleden sonra, tam altıda, yalnızca bir kez “A” dediğimde bu sese bir özel ad verebilirim. Daha da tikele ulaşabilmek amacı ile, ben seslerken orada bulunan bir kişinin beni işittiğinde edindiği duyuma o kişi bir ad verebilir. En alt düzeydeki olaya ne kadar ulaşmak istersek isteyelim yapıdan yoksun (yapılı olmayan) bir şeyi adlandırdığımızı söyleyemeyiz. Dolayısı ile, en azından şimdilik, her özel adın, daha da bölünemeyen bir bütün şeyin değil, bir yapının (structure) adı olduğu söylenebilir. Ama bu durum deneysel bir olgu olduğundan, mantıksal bir zorunluluk değildir.

Dilsel olmayan sorunlardaki karışıklıkları çözümleyebilmek için, tümcelerin ayrımı (atomsal, molekülsel), tümcede geçenlerin karmaşıklıklarından değil, tümcelerin biçimlerinden yola çıkılarak yapılmalıdır. “İskender Sezar’dan önceydi”, bu anlatım İskender’in ve Sezar’ın karmaşıklıkları nedeni ile karmaşıktır. Ama, bu anlatımın biçimi olan “x y’den önceydi” deki x ve y olgudaki karmaşıklığı anlatmaz. Olgusal olarak, İskender Sezar doğmadan çok önce öldüğü için, (olaylardan oluşan) İskender’in her ögesi, Sezar’ınkilerden önceydi. Bu neden ile, “x y’den öncedir”i bir atomsal önerme biçimi (formu) olarak onaylayabiliriz, ama, gerçekte bir x ve bir y bir atomsal önermenin bölümleri olamaz. Bu durumda, bir önerme, önermenin olduğu biçimde olması, mantıksal olarak, onun daha yalın önermelerden oluşmuş bir yapı olduğu anlamına gelmiyor ise atomsaldır. Bu açıklamaya, bir özel adın ögeleri olan bir yapıyı adlandırmasının mantıksal olarak zorunlu olmadığı da eklenmelidir.

Şimdiye dek söylediklerimiz, bir tümcenin özsel birliğini neyin sağladığını bulmak için bir başlangıç, çünkü, bu birlik (yani, daha fazla bölünememe), doğası ne olur ise olsun, atomsal biçimdeki bir tümcede açık olarak görülür.

Her anlamlı tümcede, sözdizimsel yapıya hizmet eden sözcükler dışında, çeşitli sözcüklerin anlamları arasında bir bağıntı bulunması koşuldur. “Sezar öldü”nün, iki sınıfın, Sezar olan olaylar sınıfı ile ölümler olan olaylar sınıfının ortak bir üyesinin bulunduğunu savladığını görmüştük. Bu bir tümcenin savlayabileceği bağıntılardan, yalnızca, birisidir. Söz dizimi her durumda hangi bağıntının savlandığını gösterir. Bazı durumlar “Sezar öldü”nün savladığından daha yalın, bazıları ise daha karmaşıktır. Varsayalım ki, bir fulyayı gösterip “bu sarıdır” diyorum; burada, “bu” o sıradaki görsel alanımın bir bölümünün özel adı olarak, “sarı” da bir sınıf adı olarak alınabilir. Bu önerme, böyle yorumlandığında, “Sezar öldü”den daha yalındır; çünkü karşıdaki bir nesneyi sınıflandırır; mantıksal olarak “bu bir ölümdür” ile benzeşir. “Sezar öldü”nün savladığını, yani, iki sınıfın bir ortak ögesi olduğunun bilinebilmesi için, önce, böyle önermelerin bilinmesi gerekir. Ama, “bu sarıdır” göründüğü kadar yalın değildir. Bir çocuk sarı sözcüğünün anlamını öğrendiğinde, önce tanımı gereği sarı olan bir nesne, daha doğrusu, nesneler topluluğu, sonra, öbür nesnelerin buna benzer olduğu algısı, vardır. Dolayısı ile, bir çocuğa “bu sarıdır” dediğimizde, ona, rastlantısal olarak, yansıttığımız: “Bu tanımı gereği sarı olan nesneye, rengi bakımından benziyor” dur. Dolayısı ile, sınıflandırıcı önermeler, ya da bu anlamı veren yüklemler, benzerlik öne süren önermeler gibi gözükmektedir. En yalın önermeler, eğer böyle ise, bağıntısaldır.

En yalın önermeler bağıntısal önermelerdir. Ama, bağıntıların da çeşitleri vardır. Bakışımlı (simetrik) ve bakışımsız (asimetrik) bağıntılar birbirinden ayrımlıdır; x ve y arasındaki bağıntı, y ile x arasında da var ise bu bağıntı bakışımlıdır; x ile y arasındaki bağıntının, y ile x arasında bulunmadığı bağıntılar bakışımsız bağıntılardır. “Benzerlik” ve “benzemezlik” bağıntıları bakışımlı bağıntılardır. Ama, “önce”, “daha büyük”, “sağında” gibi bağıntılar bakışımsızdır. Ayrıca, bakışımlı da, bakışımsız da olmayan bağıntılar vardır; örneğin, “erkek kardeş” bağıntısında, x y’nin erkek kardeşi olduğunda, y x’in kız kardeşi olabilir. Böyle bağıntılar ile birlikte bakışımsız bağıntılara bakışımlı olmayan (non-symetrical) bağıntılar denir. Bakışımlı olmayan bağıntıların önemi büyüktür, çünkü, felsefede pek çok tanınmış yaklaşım bunların varlığı ileri sürülerek çürütülmüştür.

Şimdi, bakışımlı olmayan bağıntılar konusundaki dilsel olguların, tam olarak, ne olduğunu anlatmaya çalışalım. Brutus Sezar’ı öldürdü” ve “Sezar Brutus’u öldürdü” tümcelerinin her birinde zamansal sıralanım bağıntısı ile düzenlenmiş sözcükler bulunur. Böyle olmak ile birlikte bu tümcelerden biri doğru, öbürü yanlıştır. Bunu, bakışımlı olmayan bağıntıları söz konusu ederek, uzaysal ve zamansal düzen aracılığı ile açıklamak gerekir. Brutus’un Sezar’ı öldürdüğünde geçen olayı düşünelim: Bir hançer Brutus’dan Sezar’a doğru devindi. Çizelge, “A B’den C’ye devindi”dir ve bizim ilgilendiğimiz olgu, bunun “A C’den B’ye devindi”den ayrımlı olmasıdır. İki olay vardı: Biri A’nın B’den olması, öbürü A’nın C’den olması, bunları, sırası ile, x ve y diye adlandıracağız. Eğer, A B’den C’ye devindi ise, x y’den önceydi. Öyle ise, “Brutus Sezar’ı öldürdü” ile “Sezar Brutus’u öldürdü” arasındaki ayrımın asıl kaynağı, x ve y olaylar olduğunda, “x y’den öncedir” ile “y x’den öncedir” arasındaki ayrımdır. Bunun ile benzer bir biçimde, görsel alanda da yukarı ve aşağı, sağ ve sol uzaysal bağıntıları da bakışımsız bağıntılardandır ve “daha aydınlık” gibi bütün karşılaştırmalar da bakışımsızdır.

Tümcenin birliği, özellik ile, bakışımsız bağıntılarda apaçık görülür. “x y’den öncedir” ile “y x’den öncedir” aynı sözcüklerden oluşur; aynı zamansal ardışıklık bağıntısını anlatır; içeriklerinde birini öbüründen ayırt edecek hiçbir şey yoktur.Tümceler bütün olarak ayrımlıdır, ama bölümlerine göre ayrımlı değildir. Bir tümceden birlik olarak söz ettiğimde, demek istediğim budur.
 

Karışıklıktan kaçınmak için sözcüklerin tümel olduğunu anımsamak önemlidir (bu, tümeller vardır anlamına gelmez; çeşitli tikel insanlara göre İnsan hangi durumda ise, bir sözcüğün de örneklerine göre o durumda olduğunu öne sürer.) “x y’den öncedir” ve “y x’den öncedir” sözlerinde geçen x’ler ve y’ler birbiri ile özdeş değildir. S1 ve S2 Bu iki sözün özel adları olsun; X1 ve X2 iki “x” sözcüğünün, Y1 ve Y2 iki “y”nin, P1 ve P2 de iki “öncedir”in özel adları olsun. Bu durumda, S1 üç sözcüğü, X1, Y1, P1’i görülen sıralamada kapsar; S2 ise, Y2, X2 ve P2’yi görülen sıralamada kapsar. Her iki durumdaki sıralama da, İskender’in Sezar’dan önce olması kadar kesin ve değişmez bir tarihsel olgudur. Oysa, “Brutus Sezar’ı öldürdü” kadar kolaylık ile “Sezar Brutus’u öldürdü” diyebildiğimizi anladığımızda sözcüklerin, değişik düzenlemeler ile şeyleri belirleyebilecek güçleri olduğu sanısına kapılabiliriz. Bu bir yanlışlıktır: Sözcükler soyutlamalardır ve bir sözel anlatım hangi düzende ortaya çıktı ise yalnızca o düzende olabilir (kendi düzenini değiştiremez). Çok kısa bir süre yaşayıp ölür ve dirilemez. Olduğu düzende olan şeyin yeniden düzenleme gücü yoktur.

Bu konunun açıklığa kavuşturulması olanaklılığın anlaşılması için zorunlu olduğundan ayrıntıya giriyorum. “Brutus Sezar’ı öldürdü” (bir olay) ya da “Sezar Brutus’u öldürdü” (başka bir olay) demenin olanaklı olduğunu söylediğimizde, bunun, tam olarak, bir olayda bir erkeğin bir kadının solunda olması ve başka bir erkeğin başka bir olayda başka bir kadının sağında olması olanağı ile benzeştiğinin ayırtına varmalıyız. ß konuşulan sözcük “Brutus” olan sözel anlatımlar sınıfı olsun; ? konuşulan sözcük “Sezar” olan sözel anlatımlar sınıfı olsun, ? konuşulan sözcük “öldürdü” olan sözel anlatımlar sınıfı olsun. Bu durumda “Brutus Sezar’ı öldürdü” ya da “Sezar Brutus’u öldürdü” diyebileceğimizi söylemek şunları söylemektir: (1) x, y, P olayları var; öyle ki, x ß’nın bir üyesi, y ?’nın bir üyesi, P de ?’nın bir üyesi, x y’den bir önce, y P’den bir önce, (2) ß , ?, ?’ya üyelik için yukardaki koşulları sağlayan x´, y´, P´ olayları var, öyle ki, y´ x´’den bir önce, x´ P´’den bir önce. (Bunu genelleştirirsek) Bütün olanaklılık durumlarında, bir değişken olan, değişkenin birçok değerinin sağladığı bazı koşulları sağlayan bir konu olarak tanımlanan bir konu bulunduğunu ve bu değerlerin bazıları ek koşulları sağlamazken, bazıları sağladığında; konunun bu ek koşulu sağlayabilmesinin “olanaklı” olduğunu söyleriz. Simgesel anlatım ile, eğer hem “?x ve ?x” hem de “?x ve ?x değil” x’in uygun değerleri için doğru ise, söz konusu ?x ve ?x olanaklıdır ama zorunlu değildir. (Deneysel ve mantıksal zorunluluk birbirinden ayırt edilmelidir; ama, şimdilik bu konuya girmek istemiyorum.)

“Brutus Sezar’ı öldürdü” (bir olay) veya “Sezar Brutus’u öldürdü” (başka bir olay) demenin olanaklı olduğunu söylediğimizde bu, tam olarak, bir olayda bir erkeğin bir kadının solunda olması ve başka bir erkeğin başka bir olayda başka bir kadının sağında olmasının olanaklılığına benzemektedir. Bu durumda, “Brutus Sezar’ı öldürdü” ya da “Sezar Brutus’u öldürdü” dememizin olanaklı olması: (1) x, y, P olayları var ve x y’den bir öncedir, y P’den bir öncedir, (2) x´, y´, P´ olayları var ve y´ x´’den bir öncedir, x´ P´’den bir öncedir olanaklıdır demektir.

(P bakışımsız bir bağıntıyken) “xyP” ve “yxP” önermelerinin bağdaşmaz olduğu söylendiğinde ise, “x” ve “y” simgeleri tümeldir; çünkü, anlatımımızda her ikisinin ikişer örneği bulunmasına karşın simgeler adlandırılmamıştır, oysa tikeller adlandırılmış olmalıdır. Genel olarak aldığımızda, hem “gündüz geceden öncedir” anlatımı doğru ve hem de “gece gündüzden öncedir” anlatımı doğru olduğundan bu bağıntı bakışımsız olamaz. Böyle durumlarda simge ile anlam arasındaki mantıksal homojenliğin olmaması söz konusudur: Anlam tikelken simge tümeldir. Mantıksal homojenliğin olmaması karışıklığa yol açabilir. Bütün simgeler aynı mantıksal türdendir (type). Bunlar benzer seslemelerin, benzer seslerin veya benzer kılıkların sınıflarıdır. Ama, bunların anlamları herhangi bir türden olabilir. Bunlar, “Tür (tip)” sözcüğünün kendi anlamı gibi, anlamı belirsiz bir türden de olabilir. Bir simgenin anlamı ile bağıntısı, anlamın türüne bağlı olarak, değişebilir. Bu olgu simgecilik kuramında önemlidir.

Tümcenin anlamı için sözcüklerin düzeninin (sıralanımının) asıl olduğu bir dilde, bakışımlı olmayan bağıntılar konusunu şöyle ortaya koyabiliriz: Bir tümce oluşturabilen bir sözcük öbeği söz konusu olduğunda, bu öbek, çoğu kez, öbürleri yanlışken biri doğru olan iki veya daha fazla tümce oluşturabilmektedir. Bu tümceler sözcüklerin sıralanımına göre birbirinden ayrımlılaşır. Bu neden ile, bir tümcenin anlamı, bir oranda bazı durumlarda, sınıflar yolu ile değil, tek, tek sözcüklerin dizilimi yolu ile belirlenmektedir. Böyle durumlarda, tümcenin anlamı, tümcede geçen sözcüklerin anlamlarının toplamı olarak bulunamaz. Bir kişi, Brutus’un kim olduğunu, Sezar’ın kim olduğunu ve öldürmenin ne olduğunu bildiğinde, “Brutus killed Caesar” görülen tümce Türkçe’ye sözcüğü sözcüğüne çevrildiğinde, “Brutus öldürdü Sezar” tümcesini duyduğunda, İngilizce’de, yalnızca sözcükleri bildiğinde kimin kimi öldürdüğünü bilememektedir. Bunu bilmek için, söz varlığı kadar söz dizimi bilgisine de gereksinmesi vardır. Çünkü tümcenin biçimi (formu) bir bütün olarak anlama katkıda bulunur.
 

Şimdilik, yalnızca, konuşulan sözlerin olduğunu varsayalım. Konuşma durumunda bütün sözcükler bir zamansal sıralanım düzeninde ortaya çıkar ve bazı sözcükler de zamansal bir sıralanım öne sürer. Eğer, “x” ve “y” tikel (dilsel) olayların adları olduğunda ve “x y’den öncedir” doğru bir önerme ise, “y x’den öncedir”in yanlış bir önerme olacağını biliyoruz. Şimdi, soru şu: Buna, bir bakıma eşdeğer, dile ilişkin olmayıp dil dışı olaylara ilişkin, herhangi bir şey anlatabilir miyiz? Öyle görünüyor ki, zamansal bağıntıların bir özelliği ile ilgilendiğimizde ve bunun hangi özellik olduğunu anlatmaya çalıştığımızda, zamansal bağıntılar konusundaki tümcelerin bir özelliğini anlatmaya yönlendirilmekteyiz. Zamansal bağıntılar için geçerli olan şeyler, öbür bütün bakışımsız bağıntılar için de geçerlidir.

“Brutus Sezar’ı öldürdü” tümcesini işittiğimde, sözcüklerin zamansal sıralanımını algılamasaydım yukardaki tümce yerine “Sezar Brutus’u öldürdü” tümcesini mi işittiğimi ayırt edemezdim. Zamansal sıralanımı, “Brutus Sezar’dan öncedir” ve “Sezar Öldürdü’den öncedir“ tümceleri ile öne sürerek ilerlediğimde de tümcelerdeki zamansal sıralanımın ayırtında olmam gerekir. Bu neden ile, olaylarda, bu zamansal sıralanımın olduğunu öne sürmediğimiz durumlarda da, zamansal bir sıralanım olduğunun ayırtında olmamız gerekir. Böyle olmasaydı sonsuz gerilemeye düşerdik. Böyle bir durumda ayırtında olduğumuz şey nedir? Şöyle bir kuram önerilebilir: “Brutus” sözcüğünü işittiğimizde, bir çanın gittikçe azalan sesine benzeyen bir deneyim geçiririz. Sözcük bir an önce işitilmiş ise, şimdi hâlâ, bir akolutik (akoluthic) duyum sürüyordur; bu bir an öncekine benzer, ama, ondan daha sönüktür. Dolayısı ile, “Brutus Sezar’ı öldürdü” tümcesini işitmeyi tamamladığımızda işitsel duyumumuz sürmektedir.

Bu duyumun çizelgesi görülendir:
BRUTUS SEZAR (I) ÖLDÜRDÜ;
“Sezar Brutus’u öldürdü” tümcesini işitmeyi bitirdiğimiz sıradaki duyumumuz ise şöyle gösterilir:
SEZAR BRUTUS (U) ÖLDÜRDÜ.

Bunlar birbirinden ayrımlı duyumlardır. Bu neden ile, sözcüklerin zamandaki sıralanımını ayırt etmemizi sağlayanın bu ayrımlılaşma olduğu savlanabilir. Bu kurama göre, “Brutus Sezar’ı öldürdü” ile “Sezar Brutus’u öldürdü” tümcelerini birbirinden ayırt ettiğimizde, ardışık olan, bütünü ile benzer parçalardan oluşmuş iki bütünü değil, eşzamanlı olan, bir bölümü ile ayrımlı parçalardan oluşmuş, iki bütünü birbirinden ayırmaktayız. Bu bütünlerin her biri, ögelerince belirlenir ve ek olarak bir düzenlemeden söz edilmesine gerek duymaz.

(Geçen hafta tartıştığımız) Akolutik (akoluthic) duyumlar kuramında (Richard Wolfgang Semon, Alman dirimbilimci), kuşkusuz bir doğruluk payı bulunur. Açıkça görülüyor ki, ruhbilimsel açıdan, duyumlar olarak sınıflandırılabilecek olaylar vardır. Bu olaylarda, şu andaki bir ses, bir an önce işitilmiş bir sesin ortadan kalkmakta olan izi (kalıntısı) ile sıralanmıştır. Ama, bundan ötesi de söz konusu olmalıdır. Yoksa, geçmişteki olayların oluşmuş olduklarını bilmiyor olmamız gerekirdi. Akolutik duyumlar olduğunu varsayarsak, onların ilk gücündeki duyumlar ile aralarındaki benzerlik ve ayrımları nasıl biliriz?Eğer, yalnızca, geçmiş olaylar ile sıralama bağıntısı olan şimdiki olayları biliyor olsaydık, bu bağıntıyı, kesinlik ile, bilemezdik. Açıktır ki, bazen, bir anlamda, geçmişi şimdiden yapacağımız çıkarımlar ile değil, tıpkı şimdiyi bildiğimiz gibi, doğrudan biliriz. Çünkü, böyle olmasaydı, şimdiki zamandaki hiçbir şey bizi bir geçmişin olduğu varsayımına yönlendiremezdi.

“x y’den önce ise, y x’den önce değildir” Önermesini alalım. Bunu deneysel yol ile bilmediğimiz açıkça görülüyor, ama, mantıksal bir önerme gibi de alamayız. Bunun dilsel bir uzlaşım olduğunu söylemenin gerekçesini de bilmiyorum. “x y’den öncedir” önermesi deneye dayanılarak savlanabilir. Bu, eğer bu deney oluşur ise, “y x’den öncedir” sonucunu doğuracak bir deney oluşmayacak (oluşacak değil) demektir. Açıktır ki, konuyu kaç kez yeniden anlatacak olursak olalım, anlatımımızın bir yerinde her durumda bir değilleme geçmektedir. Ayrıca, değillemenin bizi dilin alanına soktuğu da açık. “y x’den önce değildir” Dediğimizde, yalnızca, “`y x’den öncedir´ önermesi yanlıştır” demek istiyormuşuz gibi görünebilir. Çünkü, herhangi bir başka yorumu benimsememiz durumunda olumsuz olguları algılayabildiğimizi onaylamamız gerekmektedir. Bu ise usdışı görülür, ama, belki de, daha sonra ortaya koyulacak nedenlerden ötürü, bu görüşün onaylanabilir bir açıklaması yapılabilir. Bence, “ise” konusunda da benzer bir şey söylenebilir: Bu sözcük ortaya çıktığında bir önerme için geçerli olmalıdır. Bu neden ile, incelediğimiz tümce “`x y’den öncedir´ ve `y x’den öncedir´ önermelerinden en az biri yanlıştır, x ve y olayların özel adları ise” diye anlatılmalıdır. Konuyu daha ileri götürmek için, yanlışlığın bir tanımının yapılması gerekiyor. Bu yüzden bu sorunu doğruluk ve yanlışlık tartışmasına dek erteleyeceğiz.

Sözün bölümlerinin dilbilgisinde ele alındıkları durumları ile, mantıksal sözdizimindeki durumları arasında çok yakın bir bağıntı yoktur. “Önce” (before) dilbilgisinde bir edattır, “önce olmak (öncedir)” (precedes) ise bir eylemdir, ama bunlar aynı anlamı karşılar. Bir tümce için ana öge olarak görülen eylem birçok dilde bulunmaz, hatta İngilizce’de bile eylem içermeyen “daha fazla telaş, daha az başarı” gibi bir deyim vardır. Böyle olmak ile birlikte, konuşma dilinde, mantıksal dilin kurulması yönünde, düşünü (fikir) veren belirli ipuçlarını görerek, mantıksal sözdizimi ile mantıksal bir dil düzenlemek (compose) olanaklıdır.

Mantığın en eksiksiz bölümü bağlaçlar kuramıdır. Bağlaçlar, mantıkta ortaya çıktıkları durumu ile, bir olan tümcelerin, yani, atomsal önermelerin arasına girerek molekülsel önermelerin oluşmasını sağlar. Bu bölümde ilgilendiğimiz bütün sorunlar atomsal biçim ile ilişkilidir.

Şu birkaç önermeyi ele alalım: (1) Bu sarıdır. (2) Bu şundan öncedir. (3) A B’ye bir betik verir. (1) “Bu sarıdır”da, “bu” sözcüğü bir özel addır. Başka durumlarda, nesnelere de (sınıflara da) “bu” (bu masa) dendiği doğrudur, ama bu “John” için de kullanılır. “bu John’dur” Dediğimizde, söylemek istediğimiz şey, “bu, insan türünün bir örneği olan ‘John’dur” değildir. Biz, özel adı bir ve yalnız bir kişiye verilen bir şey olarak onaylarız. “Erkek” sözcüğü, ayrı, ayrı “erkek” denen nesnelerin hepsine uygulanabilir, ama, “bu” sözcüğü, ayrımlı olaylarda ayrı, ayrı “bu” denen nesnelerin hepsine uygulanamaz.
 

Sarı sözcüğünü çözümlemek daha zor. Daha önce savlandığı gibi, tanımı gereği sarı olan “belirli bir nesnenin rengine benzer” anlamına geliyor gibi gözükmektedir. Doğrusu, sarının birçok tonu olduğundan, tanımı gereği sarı olan birçok nesne alınmalıdır, ama, bu durum göz ardı edilebilir. Renk bakımından benzerliği başka bakımlardan (örneğin kılık bakımından) benzerliklerden ayırabileceğimiz için, “sarı” ile ne söylenmek istendiğine varmakta, belirli bir derecede, soyutlama yapmamız gerekiyor. Rengi kılık olmadan göremeyiz, kılığı da renk olmadan, ama, sarı bir daireselin sarı bir dikdörtgenselden ayrımını ve sarı bir daireselin kırmızı bir dairesele benzerliğini algılayabiliriz. Bu neden ile, “sarı”, “kırmızı”, “sesli” ve “sert” gibi duyumsanabilir yüklemler çeşitli benzerliklerin algısından türemiştir. Bu, aynı zamanda, “görsel”, “işitsel”, “dokunsal” gibi çok genel yüklemler için de geçerlidir. “Bu sarıdır”a dönersek, bu “bunun şuna renk benzerliği var” anlamına gelir: Burada, “bu” ve “şu” özel ad, “şu” denen nesne, tanımı gereği sarı, renk benzerliği de, algılanabilen, bir çift yönlü bağıntıdır. Renk benzerliğinin bakışımlı bir bağıntı olduğu görülür. “Sarı”ya bir yüklem gibi davranılmasını ve karşılaştırmayı göz ardı edebilmemizi sağlayan budur. Belki de, karşılaştırma konusunda söylenmiş olanlar “sarı” sözcüğünün, yalnızca, öğrenilmesi aşamasında geçerlidir. “Sarı” öğrenildikten sonra, gerçekten bir yüklem olur.

Önerme örneklerinden ikincisi olarak (geçen hafta) verdiğimiz (2) “bu şundan öncedir” tümcesini ele aldığımızda, “önce” bağıntısı bakışımsız olduğundan, bu önermeyi buna ve şuna ortak bir yüklem veren bir anlatım olarak onaylayamayız; ayrımlı yüklemler (örneğin ayrımlı tarihler) verdiğini düşünürsek de, bu yüklemlerin birbirleri ile “önce”ye karşılık gelen bir bakışımsız bağıntısı olması gerekir. Bu önermenin, biçimsel olarak, “bunun tarihi şunun tarihinden erkendir” anlamına geldiğini onaylayabiliriz, ama, “erken” de, tıpkı “önce” gibi bakışımsız bir bağıntıdır.

“Önce” sözcüğü de “sarı” sözcüğü gibi karşılaştırmadan elde edilebilir. Saatin onikiyi vurması benzeri, sıralanımın vurgulandığı bir durumdan başladığımızda, onikiyi vuran saat ile sıralanımdan başka açık benzerliği bulunmayan, başka sıralanım durumlarını ele alarak, aşama aşama, dikkatin ardışıklıkta (öncelik- sonralıkta) yoğunlaşmasını sağlayabiliriz. Bunun, sözcüğün öğrenilmesinde geçerli olduğu açıkça görülmektedir. “Önce” veya “renk benzerliği” gibi sözler, her zaman, karşılaştırmadan elde edilemez; böyle olsaydı, bu bir sonsuz gerilemeye neden olurdu. Karşılaştırma, soyutlama için zorunlu bir uyarıcıdır, ama, soyutlama, en azından, benzerlik konusunda olanaklı olmalıdır. Soyutlama benzerlik için olanaklı (ise) olduğunda, öbür bağıntılar için de olanaklı olur.
“Önce” sözcüğünü anladığımızı söylemek, A ve B olaylarını zamansal bir sıralanımda algıladığımızda, “A B’den öncedir” mi, yoksa, “B A’dan öncedir” mi diyeceğimizi ve bu tümcelerden birinin algıladığımız şeyi betimlediğini biliyoruz, demektir.

(3) Üçüncü tümcemiz “A B’ye bir betik verir”dir. Bu, “orada bir x var öyle ki A B’ye x verir ve x betikseldir” anlamına gelir. “Betiksel”i betiklerin tanımlayıcı niteliği anlamında kullanıyorum. (“Orada bir x var öyle ki”nin doğurduğu sorunları birazdan ele alacağız). “A B’ye C verir” anlatımına yoğunlaşalım; burada A, B, C özel adlardır. Şimdi, bize, bu anlatımın doğruluğu konusunda, ne tür bir olayın açıklık getirdiğini değerlendirmek istiyorum. Bu önermenin doğruluğunu, dolaylı yoldan değil, kendi duyularımızın kanıtı ile bilmemiz gerekir. A’yı, B’yi ve A’nın C’yi tuttuğunu, C’yi B’ye götürdüğünü ve C’yi B’nin eline verdiğini görmeliyiz. Bu, mantıksal açıdan, “Brutus Sezar’ı bir hançer ile öldürdü” önermesine benzer. Asıl olan, A, B ve C sürerken C’nin, A ve B ile uzaysal bağıntılarının değiştiği sınırlı bir zamansal sürenin başından sonuna dek duyulur olarak var olmasıdır. En yalın geometrisel çizelge şöyledir: Önce, A1, B1, C1 kılıklarını görürüz; bu üç kılıktan C1 A1’e yakındır, sonra, bunlara çok benzer olan, A2, B2, C2 kılıklarını görürüz ve C2 B2’ye yakındır. Bu iki olgudan hiçbiri tek başına yeterli değildir. Hızlı ardışıklık içinde oluştukları öne sürülse bile yeterli değildir. A1 ve A2’nin, B1 ve B2’nin, C1 ve C2’nin sırası ile, aynı özdeksel nesnelerin görünüşleri olduklarına inanmamız gerekir. “Verme” nin niyet (intention) içermesini göz ardı edelim. İlk bakışta, en alt düzeydeki anlatım, “A1, B1, C1 üç özdeksel nesnenin belirli bir andaki görünüşleridir; A2, B2, C2 ´aynı` nesnelerin bir sonraki andaki görünüşleridir; C1 A1 ile bitişiktir ama B1 ile bitişik değildir; C2 B2 ile bitişiktir, ama A2 ile bitişik değildir”. Ayrımlı anlardaki iki görünüşün “aynı” nesnenin görünüşleri olduğunun gösterilmesi için gereken kanıta girmiyorum; bu, sonuçta, fiziksel bir sorundur. Bizim için önemli olan, altı terim içeren bir temel biçime ulaşmamızdır. Bu biçim, “C1’in A1’e yakınlığı, B1’den uzaklığı, C2’nin B2’ye yakınlığı, A2’den uzaklığından daha önceki bir olaydır” önermesinin biçimidir. Böylece, bir kişinin başka bir kişiye bir nesne vermesinin anlatımı gibi bir sorun konusunda duyusal açıklığa ulaşabilmek için, yukardaki karmaşıklık derecesinde bir temel biçimden kaçınamayacağımız sonucuna varırız.
 

Ama, bu, doğru olmayabilir. C1 A1’e yakındır, C1 B1’den uzaktır, A1 B1 ile eşanlıdır, B1 C1 ile eşanlıdır, A1 A2’den öncedir, A2 B2 ile eşanlıdır, B2 C2 ile eşanlıdır, C2 B2’ye yakındır, C2 A2’den uzaktır önermelerini ele alalım. Bu dokuz önermelik küme, mantıksal bağlaçlar ile bağlanarak, A1, B1, C1, A2, B2, C2’yi içeren tek bir önermeye çevrilebilir. Bu neden ile, bu tek önerme, bir duyuverisini (datum) kaydeden bir önerme değil, bir çıkarımdır. Ayrıca, “yakın” ve “uzak” göreli (kesin olmayan) sözcüklerdir: Astronomide Venüs Dünya’ya yakındır, ama, başka birisine bir şey veren birisinin o kişiye uzaklığına göre, bu nesneler birbiriden çok uzaktır. Bu belirsizlikten, şöyle, kaçınabiliriz: “C1 A1’e yakındır” yerine “C1 A1’e bitişiktir”i; “C1 B1’den uzaktır” yerine de “bir şey C1 ile B1 arasındadır”ı koyabiliriz. Burada “bitişik” ve “arasında” görsel duyuverileridir. Böylece, üç terimli “arasında” bağıntısının, en karmaşık duyuverisini anlattığı görülür.

Çıkarım yapmadan, gözlem ile doğrulanan önermelerin, en azından ruhbilimsel olmayanlarının, hepsi atomsal veya çelişikleri biçimindedir. Bir başka anlatım ile, gerekli dikkat gösterildiğinde, deneysel fiziksel duyuverilerinden söz eden bütün anlatımlar, atomsal biçimdeki önermelerdir. Öbür bütün fiziksel önermeler, kuramsal olarak, bu biçimdeki tümceler ile kanıtlanabilir ya da yanlışlanabilir veya olası ya da olası değil diye yorumlanabilir. Üstelik, başka duyuverileri aracılığı ile mantıksal olarak kanıtlama veya yanlışlama yeteneğinde olan herhangi bir şeyi buna bir veri olarak katmamız gerekmez. Bu kanıtlama yalnızca, belirli bir beklentinin gerçekleşmesi yoluyladır.

Mantıksal bir dil ile, kesin olarak, anlatılabilen atomsal biçimdeki bir önermede, sonlu sayıda (birden büyük olan herhangi bir sonlu sayıda) özel ad ve özel ad olmayan bir sözcük geçer. Örneğin, “x sarıdır”, “x y’den öncedir”, “x y ile z arasındadır” gibi. Bir özel ad atomsal tümcenin her biçiminde bulunabilir, ama, özel ad olmayan sözcük, yalnızca, ona uygun sayıda özel ad geçen bir atomsal tümcede bulunabilir. Böylece, “sarı” bir, “önce” iki, “arasında” üç özel ad gerektirir. Böyle sözcüklere yüklem, ikili bağıntı, üçlü bağıntı denir. Bazen, yükleme birli bağıntı da denmektedir.

Şimdi, sözün, bağlaçlar gibi, atomsal biçimlerde yer alamayacak bölümlerine gelelim. Örnek olarak, “bir”, “bütün”, “bazı”, “birçok”, “hiçbir” verilebilir. Kanımca, bunlara “değil” de eklenmelidir, ama “değil” bağlaca da benzer. “Bir” ile başlarsak, varsayalım ki, doğru olarak, “bir insan gördüm” diyorsunuz, ama, “bir insan”ın herhangi bir kişinin görebileceği türden bir şey olmadığı açık; bu mantıksal bir soyutlamadır. A özel adını vereceğimiz bir tikel şey gördünüz ve “A bir insandır” yargısına vardınız. “A’yı gördüm” ve “A bir insandır” önermeleri “bir insan gördüm” sonucunu çıkarmanıza olanak tanır, ama, bu sonuncu önerme, sizin A’yı gördüğünüz ya da A’nın insan olduğu anlamına gelmez. Bana bir insan gördüğünüzü söylediğinizde, ben sizin gördüğünüzün A mı, B mi, C mi olduğunu, yoksa, insanlardan, var olan, başka birisini mi gördüğünüzü bilemem. Bilinen, “x’i gördüm ve x bir insandır” biçimindeki bir önermenin doğruluğudur. Bu biçim atomsal değildir, “x’i gördüm” ile “x bir insandır” önermelerinin birleşimidir; “A’yı gördüm ve A bir insandır”dan çıkarılabilir; dolayısı ile, her ne kadar bir duyuverisini anlatan türden bir önerme olmasa da deneysel veriler ile kanıtlanabilir. Çünkü, böyle bir önermenin A’dan, B’den, C’den veya gördüğünüz kişi kim ise ondan söz etmesi gerekecektir. Öte yandan, hiçbir duyuverisi “bir insan gördüm” önermesini yanlışlayamaz.

İçlerinde “bütün” ya da “hiçbir” geçen önermeler deneysel veriler ile yanlışlanabilir, ama, yalnızca, bunların geçtiği mantıksal ve matematiksel önermeler kanıtlanabilir. “2 dışında bütün asal sayılar tek sayıdır”ı kanıtlayabiliriz, çünkü, tanımlara dayanılarak bu sonuç çıkarılmıştır, ama “bütün insanlar ölümlüdür”ü kanıtlayamayız. Çünkü, gözden kaçırdığımız kimse olmadığını kanıtlayamayız. Aslında, “bütün insanlar ölümlüdür” yalnızca insanlar konusunda değil, her şey konusunda bir anlatımdır; her x için, x’in ya ölümlü olduğunu ya da insan olmadığını anlatır. Her şeyi incelemeden, incelenmemiş bir şeyin insan olduğunda ölümsüz olmadığından emin olamayız. Her şeyi inceleyemeyeceğimiz için de, deneysel olarak genel önermeleri bilmemiz olanaklı değildir.

Deneysel kanıt,“bir” veya “bazı” içeren önermeleri kanıtlayabilir ve “bütün” veya “hiçbir” içeren önermeleri yanlışlayabilir. Deneysel kanıt, içinde “bir” veya “bazı” geçen önermeleri yanlışlayamaz ve “bütün” veya “hiçbir” geçen önermeleri kanıtlayamaz. Eğer, deneysel kanıtın “bazı” geçen önermelere inanmamamıza veya “bütün” geçen önermelere inanmamıza yol açması gerekiyor ise, bunu, çıkarım yapacağımız öncüllerin arasında “bütün” sözcüğünün geçtiği önermelerin bulunması zorunluluğu yok ise, tümdengelimden başka bir çıkarım biçimi yolu ile yapmalıdır.

Konuşmayı öğrenmiş olan bütün insanlar olayları anlatmak için tümceler (önermeler) kurabilir. Olaylar önermelerin doğruluğuna kanıttır. Bazı açılardan her şey o kadar açıktır ki ortada bir sorun görülmez, ama, başka açılardan, her şey o kadar belirsizdir ki bunları çözümlemek güçtür. “Yağmur yağıyor” dediğinizde, söylediğinizin gerçeği yansıttığını bilebilirsiniz, çünkü yağmuru duyumsarsınız. Bu hiçbir şeyin daha açık olamayacağı kadar açıktır. Ama, anlık deneyimlerimize dayanarak açıklamalar yaptığımızda ne olduğunu, çözümlemeye çalıştığımızda güçlükler başlar. Bir olayı, onu anlatacak sözcükler kullanmadan, ne anlamda “biliriz”? Uygun sözcükleri seçtiğimizi bilmek için, olayı sözcüklerimiz ile nasıl karşılaştırabiliriz? Sözcüklerimizin uygun olabilmesi için olay ile sözcüklerimiz arasında hangi bağıntı bulunmalıdır? Bu bağıntının olup olmadığını nasıl anlarız? Gönderme yaptıkları olay konusunda sözsüz herhangi bir bilgimiz olmadan sözcüklerimizin uygun olduğunu bilmek olanaklı mıdır?

Sorulardan ilkin, sonuncusunu ele alalım: Karşıladıkları olay konusunda, sözsüz herhangi bir bilgimiz olmadan, sözcüklerimizin uygun olduğunu bilmek olanaklı mıdır? Belirli durumlarda belirli sözcükleri konuşur ve sözlerimizin, nedeni konusunda hiçbir bağımsız bilgimiz olmadan, yerinde kullanıldıklarını duyumsayabiliriz. Örneğin, bir süredir, A kişisinden hoşlanmak için çok çaba gösterdiğiniz sırada, birden bire, kendinizi, “A’dan hiç hoşlanmıyorum” derken bulabilir ve gerçeği bu tümcenin anlattığını bilirsiniz. Aynı şey, sanırım, ruhçözüm uygulanan kişilerde de oluşmaktadır. Ama, böyle durumlar ayrıksıdır. Genellik ile, duyulur (deneyimlenebilir) olguları sözcüklere başvurmadan, bir anlamda, bilmemiz olanaklıdır. Isındığımızın veya üşüdüğümüzün, gök gürültülerinin, şimşeklerin ayırtına varırız; bunları sözcükler ile anlatmaya kalkıştığımızda, yalnızca, önceden bildiğimiz şeyi sözcüklere dökmüş oluruz. Bir deneyimi “bilmek” derken söylemek istediğimiz, olayı deneyimlemekten ötesi olmadığında, bu söz öncesi evre bilmeyi karşılar. Bu evrenin her durumda var olduğunu öne sürmemek ile birlikte, söz öncesi bilgilenmenin insanlarda ortak olduğunu savlıyorum. Bunun ile birlikte, her ne kadar ayrım bir dereceye kadar olanaklı olsa da, bildiğimiz deneyimler ile yaşantımızdan öteye geçmeyen şeyler arasında bir ayrım yapmak gerekir. Bunu bazı örnekler ile açıklayalım: Varsayalım ki, yağmurlu bir günde yürürken bir su birikintisi görüyor ve oraya basmamaya çalışıyorsunuz. Kendinize “burada bir su birikintisi var, oraya basmamalıyım” demezsiniz, ama, yanınızdaki kişi “niçin birden bire yolunu değiştirdin?” diye sorduğunda, “şu su birikintisine basmamak için” yanıtını verirsiniz. Geriye dönük olarak, görsel algınıza uygun tepkiyi verdiğinizi bilirsiniz ve bu bilginizi söz ile anlatırsınız. Ama, bir soru ile karşılaşmasaydınız, soruyu soran sizi o olaya yöneltmemiş olsaydı, neyi, hangi anlamda bilirdiniz?

Soru yöneltildiğinde olay sonlanmıştı; yanıtınızı belleğinizden verdiniz. İnsan bilmediği bir şeyi anımsayabilir mi? Bu, “bilmek” sözcüğünün anlamına bağlıdır.

“Bilmek” sözcüğü çok ikirciklidir (çokanlamlıdır). Sözcüğün anlamlarının çoğunda, “bilmek”, bilinen olaydan ayrımlı bir oluşumu karşılar. Ama, bu sözcüğün deneyim ile bilme arasında bir ayrımın bulunmadığı bir anlamı da vardır. Geçirdiğimiz deneyimlerin hepsini bildiğimiz savunulabilir, ama, bilgi deneyimden ayrımlı ise bu sav geçerli olmaz. Çünkü, deneyim ile onu bilmek ayrımlı şeyler ise, bir deneyimi gerçekleştiği sırada hep bildiğimiz savı, her olayın sonsuz sayıda çoğalımını içerir. Isınmam bir olaydır, ısındığımı bilmem ikinci bir olaydır. Isındığımı bildiğimi bilmem üçüncü bir olaydır. Bu, böylece, sonsuza dek sürer, bu da saçmadır. Bu neden ile, deneyimimizin, gerçekleştiği anda, onu bilmemizden ayırt edilemez olduğunu ya da, deneyimlerimizi, çokluk, bilmediğimizi söylememiz gerekir. “Bilmek” sözcüğünü, genellik ile, bilinenin bilgiden ayrımlı olduğunu ve çokluk, deneyimlerimizi bilmediğimizi onayladığımı, belirten bir anlamda kullanmayı yeğliyorum. Öyle ise, bir su birikintisini görmek ile gördüğümüzü bilmenin birbirinden ayrımlı olduğunu söylemeliyim. “Bilmek”, “bilgiye uygun davranmak” olarak da tanımlanabilir; bir köpeğin adını bildiğini, bir posta güvercininin geri dönmeyi bildiğini söylediğimizde anlatmak istediğimiz budur. Bu anlamda, su birikintisi konusundaki bilgim yolumu değiştirme davranışımdır. Ama, bu, hem yolumu değiştirmeme başka şeylerin yol açmış olabileceği olasılığından, hem de “uygun” olanın, yalnızca, benim isteklerim doğrultusunda tanımlanabilecek olmasından ötürü anlaşılmazdır. Islanmak isteyebilirim; zatürreden ölmemin uygun olacağını düşünmüş olabilirim. Bu durumda yolumu değiştirmem, su birikintisini görmediğim konusunda bir kanıta dönüşür. Ayrıca, (ruhsal) istek dışarda tutulduğunda, belirli uyarıcılara uygun tepkiler bilimsel araçlarca verilir, ama, termometrenin soğuğu “bildiğini” savlayan kimse bulunmaz.

Bir deneyimi bilebilmemiz için ne yapmalıyız? Onu betimleyen sözcükler kullanabiliriz. Sözcükler veya görüntüler ile o deneyimi anımsayabiliriz. Bir olayı, yalnızca, “dikkate de alabiliriz (notice)”, ama, “dikkate alma”nın düzeyleri olduğundan tanımlanması güçtür, bu, dikkate alınan şeyi çevresinden koparmak gibi de görülebilir. Örneğin, bir müzik parçasını dinlerken, özellik ile, viyolonsel seslerine dikkat edebilirsiniz. Geri kalanını işitmeniz “bilinçsizce” olur. Ama, “bilinçsizce” sözcüğü, kendisine, herhangi bir, kesin anlamı vermenin umutsuz bir çaba olacağı, bir sözcüktür. Bir anlamda, içinizde biraz da olsa herhangi bir coşku uyandırıyor, hoşunuza gidiyor ise, bu deneyimi “bildiğiniz” söylenebilir. Duyumsayabildiğiniz alan içindeki her şeyin ayırtına varmanız önemlidir: Birisi size “sarı renkli bir şey görüyor musun?” veya “bir şeyin sesini işitiyor musun?” diye sorar ise, soru yöneltilene dek sarı şeyin ve ses çıkaranın ayırtında olmasanız bile, güven ile yanıtlarsınız. Çokluk, dikkatiniz ona çevrilmeden önce de onun orada olduğundan eminsinizdir. O durumda, deneyimlediğimiz şey konusunda anlık bilgi, duyulur varlığın yanı sıra bir şeyi daha kapsıyor gibi gözüküyor, buna “dikkat” deriz. Bu, bir bölümü ile uygun duyuların keskinleşmesi, bir bölümü ile de coşkusal tepkidir. Birden yükselen bir sesi dikkate alacağınız, nerde ise, kesin. Ama, coşkusal alt perdeden bir ses de dikkatinizi çekebilir.

Her deneysel önerme, oluşumları sırasında veya oluşumlarının hemen ardından, dikkate alınan (gözlenen, ayırtına varılan) bir veya daha fazla olay üzerine kurulur. Böyle olaylar, dikkate alındığında, “bilinir” diyebiliriz. “Bilmek” eyleminin pek çok anlamı vardır, ama, “dikkate almak” bunlardan yalnızca biridir ve soruşturmamızın amaçları doğrultusunda temel oluşturmaktadır.

Böyle “bilmek”de sözcükler bulunmaz. Bir aşama sonraki sorunumuz ise, dikkate aldığımız belirli bir olayı doğru anlattığını “bildiğimiz” bir önermeyi nasıl kurarız? Sorusunun yanıtıdır.

Sıcak olduğumu dikkate aldığımda, “dikkate aldığım” olay ile (İngilizce’den sözcüğü sözcüğüne çevrildiğinde) “ben sıcağım” sözcükleri arasındaki bağıntı nedir? Soruşturduğumuz ile ilişkisiz sorunlar oluşturan “ben”i kaldırabilir, yalnızca, “sıcak” dediğimi varsayabilirsiniz -fiziksel bir kavram olan “ısı” yerine, duyusal olanı anlatan “sıcak” sözcüğünü yeğliyorum-, ama, “sıcak” anlatımının biçimi olmadığından, ben gene, “ben sıcağım” tümcesi ile sürdüreceğim.

Sorunumuzu biraz daha keskinleştirirsek, artık, “sıcak olduğumu nasıl biliyorum?” sorusunu aşıyoruz. Bu daha önce yönelttiğimiz soruydu ve buna, tam doyurucu olmasa da, “dikkate alarak” yanıtını verdik. Şimdiki sorunumuz, sıcak olduğumu bilmem ile değil, bunu bilirken “ben sıcağım” diye konuşmamın, dikkate aldığım şeyi anlatıp anlatmadığını ve dikkate aldığım şeyden dolayı doğru olup olmadığını bilmem ile ilgilidir. Sözünü ettiğim “anlatım”ın ve “doğru”nun dikkate alma içinde yerleri yoktur. Bu sözcükler bütünü ile başka bir şeyi öne sürer. Olaylar dikkate alınabilir ya da dikkate alınmayabilir. Olaylar olmazlar ise dikkate alınamazlar. Bu neden ile, dikkate almanın ötesinde bir şey olmadıkça doğru da yanlış da bulunmaz. Doğru ve yanlışın, yalnızca, dilde olduklarını söylemiyorum, çünkü, yalnızca görüntülerden oluşmuş bir anının da yanlış olması olanaklıdır. Ama, şimdilik bunu göz ardı edebiliriz. Dikkate aldığımız bir olayı anlatmaya çalışan bir sözün oluşması sırasında doğru ve yanlış ortaya çıkar.

Sıcak olmamın “sıcak” sözcüğünü aklıma getirdiği ve “ben sıcağım” dememin nedeninin bu olduğu savlanabilir, ama, “ben sıcak değilim” dersem ne olur? Böyle olduğunda, “sıcak” sözcüğü, sıcak olmamama karşın, aklıma gelmiş olur. Kanımca, değilleyici bir önermenin uyaranı, bir bölümü ile, dilseldir, “sen sıcak mısın?” diye sorulduğunda “hayır, ben sıcak değilim” dersiniz. Olumsuz önermeler bir sözün uyarısı ile ortaya çıkar, dil dışı bir uyaranın uyarısı ile değil. “Sen sıcak mısın?” sözünü işitirsiniz, sıcağınız yoktur, bu neden ile, “hayır ben sıcak değilim” dersiniz. Bu durumda, konuştuğunuz söz, bir bölümü ile, size yöneltilen söz ve bir bölümü ile de deneyimce uyarılmıştır; ama, sözün anlamı olan deneyimce değil.

Bir sözün kullanımına yol açan olası uyarıcılar çok çeşitlidir. “Sıcak” sözünü, bir önceki dizesi “kucak” sözü ile son bulmuş bir şiir yazıyor olduğunuz için kullanıyor olabilirsiniz. “Sıcak” sözü aklınıza “soğuk” sözünden, “ekvator” sözünden veya, çok yalın bir deneyimden gelmiş olabilir. “Sıcak” sözünün anlattığı deneyimin, söz ile onu akla getirmenin yanı sıra, başka bağıntıları da vardır, çünkü, bu bağıntıyı pek çok başka şey ile de paylaşır. Çağrışım, sıcak olmak ile “sıcak” sözü arasındaki bağıntının önemli bir bölümüdür, ama, tamamı değildir.

Bir deneyim ile bir söz arasındaki bağıntı, sözü edilen çağrışım gibi, pek çok başka çağrışımdan ayrımlıdır. Bunun nedeni, her şeyden önce, çağrışım ögelerinden birinin sözel olmamasıdır. “Sıcak” ve “soğuk” veya “sıcak” ve “kucak” arasındaki çağrışım sözeldir. Bu önemli bir nokta, ama, “anlam” sözcüğünün ortaya çıkardığı bir başka önemli nokta daha olduğunu düşünüyorum. Bir anlama yöneltmek konuşmacının niyetini taşır; sözlerin kullanımında, genellik ile, bir niyet vardır. “Ben sıcağım” dediğinizde bilgi verirsiniz ve, çokluk, niyetiniz budur. Bilgi verdiğinizde, dinleyicinize, doğrudan dikkate almadığı bir olay ile ilgili eylemde bulunma olanağı da sağlarsınız. İşittiği konuşma, ona, kendisinin deneyimlemediği -sizin deneyimlediğiniz- bir durumda, kendisine en uygun gelen bir davranışta bulunma yönlendirmesi sağlar. Soğuktan titreyen ev sahibine sözleri ile pencereyi açtıran bir konuk değilseniz, “ben sıcağım” dediğiniz olayda bu pek ayırt edilemez, ama, “araba geliyor dikkat et” diye bağırdığınız bir olayda, bu haykırışınızın dinleyici üzerindeki devindirici etkisi sizin niyetiniz ile örtüşür.

Dolayısı ile, o sırada olan bir olayı anlatan bir söz, bir anlamda, geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurar -gündelik yaşamda kullanılan sözler böyledir, felsefecilerin çıkarımları değil-. Olgunun, olguyu “dikkate alan” A üzerinde belirli bir etkisi vardır. A’nın niyeti B’nin bu olgunun uygun kıldığı yönde davranmasını sağlamaktır; bu neden ile, A, olguyu “anlatan söz”ü konuşur ve bunun, B’nin belirli bir eylemde bulunmasının yolunu açacağını umut eder. Böylece, bir duyulur olguyu doğru olarak anlatan bir söz, olguyu -bir yere kadar-, dinleyiciye duyulur kılmaktadır.
 

Bir duyulur olguyu doğru olarak anlatan bir söz olguyu dinleyiciye duyulur kılar (demiştik, yarı yıl arasına gitmeden önce). Doğru anlatımın yöneltildiği kişinin, gerçek bir kişi olması gerekmez, dinleyici varsayımsal birisi olabilir. Sözün konuşulması sırasında çevrede kimse bulunmayabilir. Anlatım sağır bir adama ya da kullanılan dili bilmeyen bir kişiye anlatılıyor olabilir. Bütün bunlar anlatımın doğruluğunu ya da yanlışlığını etkilemez. Dinleyicinin, duyuları ve dilsel alışkanlıkları bakımından konuşmacıya benzediği var sayılır. Kesin bir tanımlama yapmadan, belirlediğimiz ön tanıma göre, “sözün” duyulur bir olguyu anlatması için, konuşmacının, olguyu “dikkate almadan” önce, bu olguyu anlatan sözü işittiğinde vereceği tepkinin, olguyu “dikkate aldıktan” sonra verdiği tepki ile aynı olması gerekir.

Bu tanımda, istenmeyen, bir belirsizlik var. Konuşmacının vereceği tepkiyi nasıl biliriz? O sıradaki davranışın hangi bölümünün çevrenin belirli bir özelliğine, hangisinin öbürüne bağlı olduğunu nasıl ayırt ederiz? Kaldı ki, sözcüklerin, dile getirdikleri şeyler ile aynı etkileri ürettikleri, bütünü ile, doğru değildir. “Kraliçe Anne öldü” tümcesinin devindirici gücü çok az, ama, onun, ölüm döşeğindeyken, yanı başında bulunsaydık, bu olay, büyük bir olasılık ile, güçlü bir eylem üretirdi. Öte yandan, bu örnek göz ardı edilebilir, çünkü, şu anda olan olayların sözel anlatımlarını soruşturuyoruz şimdi; tarihsel doğruları ele almayı daha sonraya bırakıyoruz.

Kanımca, sözlerin kullanımındaki niyet ögesi, yalnızca, tümceler için söz konusudur; sözcüklerin söylenmesinde, sözcükler tümce gibi kullanılmıyor ise, bu geçerli değildir. Anlamının duyulur olduğu “sıcak” sözcüğünü ele aldığımızda, bu sözcüğü sözsüz çağrıştıranların, yalnızca, sıcak şeyler olduğu savlanabilir. Bu durumda, sıcak bir şeyin duyumsanması sırasında aklıma “soğuk” sözcüğü geldiğinde, bu, aklıma önce “sıcak” sözcüğünün gelmesi ve, sonra, bu sözcüğün “soğuk” sözcüğünü getirmiş olmasındandır. Bir ateş gördüğümde, şu dizelerde anlatıldığı gibi, “soğuk” Kafkaslar aklıma gelebilir:

Birisi elinde tutabilir mi ateşi
Buz gibi soğuk Kafkaslar’ı düşünürken?

Ama, aracı bir sözel çağrışım asıldır; “Kafkaslar” ile “ateş”in (sıcak şey) aynı anlamda sözcükler olduğunu sanma yanılgısına düşmemek gerekir. Bu durumda, bazı şeyler, herhangi bir sözel aracı olmadan, belirli bir sözcüğü çağrıştırıyor ise, sözcük bu şeylere ya da hepsinin ortak bir özelliğine karşılık gelmektedir. Böyle bir durumda, sözcüğün işitilmesi, bu durum konusunda bir çağrışım yapacaktır. Bir sözcüğün bir durum konusunda “çağrışım” yapması derken söylemek istediğim kesinleşmiş bir şey değildir. Bu, bir görüntü, gerçekleşmiş bir eylem veya gerçekleştirilecek bir eylem olabilir.

Tümcenin, sözcükten, konuşanın niyetini taşıması ile, ayrıldığını söyleyebiliriz. Bu niyet, bilgiyi iletmek olabilir. Tümce, bilgiyi başkasına iletme gücünü sözcüklerin anlamlarından alır. Çünkü, bir kişinin, bir tümceyi konuştuğunda, dinleyicinin davranışını etkilemesi sözcüklerin anlamlarından gelmektedir.

Deneyimleri anlatan tümceler, “sıcak” sözcüğünde olduğu gibi, duyular ile doğrudan bağıntılı sözcükler içermelidir. Renk adları, bildik yalın kılık adları, gürültülü, sert, yumuşak gibileri böyle sözcüklerdendir. Hangi duyulur niteliklerin adlarının olacağını, temelde, kılgısallık belirler. Her durumda, deneyimlediğimiz şey için uygulanabilir olan birkaç sözcük vardır. Bir mavi karesel içinde bir kırmızı dairesel gördüğümüzü varsayalım. “Mavi içinde kırmızı” veya “karesel içinde dairesel” diyebiliriz. İkisi de gördüğümüz şeyin görünüşü konusunda sözel anlatımlardır. Gördüğümüz şey bu anlatımların ikisini de doğrular. Renkler bizi çektiğinde birinciyi, geometri ile ilgileniyorsak ikinci anlatımı söyleriz. Sözel kullanımlarımız ile, hiçbir zaman, duyulur bir deneyim konusunda söyleyebileceklerimizin hepsini tüketemeyiz. Deneyimimiz konusunda söylediğimiz deneyimimizden daha soyuttur. Ayrıca, anlatımımızı doğrulayan deneyim, deneyimlemekte olduğumuzun, yalnızca, bir bölümüdür. Genellik ile, o sırada, anlatımımızı doğrulayana ek olarak pek çok kılığı, sesi ve bedensel duyumu da dikkate alırız.

Anlık deneyimlerimize dayanan çoğu anlatım “ben sıcağım”dan daha karmaşıktır; “karesel içinde dairesel”, “mavi içinde kırmızı” ya da “mavi karesel içinde kırmızı dairesel” anlatımları buna örnektir. Böyle anlatımların gördüklerimizin doğrudan anlatımları olduğu savlanabilir. Aynı biçimde, gözlemin doğrudan sonucu olarak, “bu şundan daha sıcaktır” veya “bu şundan daha gürültülüdür” diyebiliriz; ikisi de aynı görüntü içinde yer alıyor ise,“bu şundan öndedir” de diyebiliriz. A bir mavi dairesel, B bir yeşil dairesel, C bir sarı dairesel ise ve hepsi bir tek görsel alanda bulunuyor ise, gördüğümüzü anlatarak, “A C’den çok B’ye benziyor” diyebiliriz. Bildiğim kadarı ile, algılanabilecek olanın karmaşıklığı konusunda, herhangi bir kuramsal kısıtlama yoktur.
 

Algılananın karmaşıklığı arttıkça anlatım belirsizleşir. Görsel bir alanı önce bütün olarak, ardından bölüm, bölüm gözlemleyebiliriz. Örneğin, yetersiz bir ışık altında bir resme bakarken böyle olacaktır. Resimde, devinimdeymiş gibi ya da durağan gözüken, dört erkek, bir kadın, bir bebek, bir öküz ve bir eşek görüntüsü bulunduğunu aşama, aşama bulgularız. Bir anlamda, en baştan tamamını görmüş olduğumuz, bu görüntülerin resimde bulunduğunu, kesin olarak, ancak, bütün bu aşamalardan sonra söyleyebiliriz. Ama, duyum aşamasında, bütün bu görüntülerin ve bağıntılarının, çözümsel olarak ayırtına, hiçbir zaman varmayabiliriz de. Verilerdeki karmaşıklıktan söz ettiğimde, böyle bir durumda ne olduğunu değil, bundan öte bir şeyi açıklamaya çalışıyorum: Birbirinden ayırt edilebilen, birbiri ile bağıntılı olarak ayırtına vardığımız şeylerden söz ediyorum. Örneğin, bir kişi bir müzik parçasını, parçanın bütünlüğü içinde, dinleyebilir. Başka bir kişi ise, bu bütünlüğü oluşturan bağıntıların ve ayrı ayrı bütün çalgıların ayırtına varabilir. Benim sözünü ettiğim karmaşıklık bu ikinci durumdakidir. Benim ilgilendiğim karmaşıklık algı yargısının mantıksal biçimi ile ölçülür. Karmaşıklardan en yalını bir özne yüklem önermesidir; örneğin, “bu sıcaktır” gibi. “Bu şunun solundadır”, “bu şu ile o arasındadır” daha karmaşık önermelerdir. Besteciler ve sanatçılar, büyük olasılık ile, karmaşıklık bakımından en üst düzeyde olan şeyleri oluştururlar.

Burada önemli olan, böyle şeyleri anlatan önermelerin, ne kadar karmaşık olurlar ise olsunlar, doğrudan deneyime dayanmalarıdır. Böyle olduklarından, deneysel önermelerin hepsi “ben sıcağım” kadar doğrudur. Bu Gestalt kuramında ele alınan durumdan apayrı bir şeydir. Örneğin, oyun kâğıtlarından sinek onlusuna bakalım: Kâğıtlar ile haşır neşir bir kişi bunun sinek onlusu olduğunu hemen anlar; bunu çözümleme yaparak değil, bir Gestalt algısı ile anlamıştır. Ama, o sırada, onun beyaz bir zemin üzerinde on benzer siyah kılıktan oluştuğunu da görmüştür. Bunu yapabilmek, önemli bir beceri olsa da, ikili veya üçlü söz konusu olduğunda oldukça kolaydır. Sinek ikilisine bakarak “bu beyaz zemin üzerinde iki benzer kılıktan oluşmuştur” dersem, bu söylediğim, yalnızca, görsel bir verinin çözümlemesi değil, belirli bir görsel verinin anlatımıdır. Başka bir deyiş ile, bu, gözlerimi kullanarak, bir çıkarıma gerek duymadan bilebileceğim bir önermedir. “Bu beyaz zemin üzerinde bir siyah kılıktır”, “şu da öyledir” ve “bu şuna benzerdir” önermelerinden de yukardaki önermenin çıkarımı yapılabilir, ama, bu zorunlu değildir.

Öte yandan, verileri doğrudan anlatan, çıkarım ile ulaşılamayacak önermeler ile çıkarım yolu ile elde edilebilecek, verilerin doğrudan anlatımı olan önermeler arasında ayrım yapılmalıdır. Bazen, bir önermenin hangi sınıftan olduğunu ayırt etmek çok zordur. Sinek ikilisine bakalım: “Bu şuna benzerdir” önermesi iki kılık için geçerli olsun. Kılığı “yonca kılığında” diye adlandırırsak, “bu yonca kılığındadır” ve “şu yonca kılığındadır” diyebiliriz. Ayrıca, “bu siyahtır” “şu siyahtır” da diyebiliriz. Bunlardan “bu ile şu renk ve kılık açısından benzerdir” sonucunu çıkarabiliriz. Ama, bu, bir anlamda, “yonca kılığında”nın iki sözel anlatımı ile “siyah”ın iki sözel anlatımının benzerliğinden yapılmış bir çıkarımdır. Dolayısı ile, “bu şuna benzerdir” biçimindeki bir önerme duyulur verilerin bir anlatımı değil ise, bunlardan, en az, birinin aynı biçimdeki öncüllerden türetilmesi gerekir. Örneğin, varsayalım ki, rengi saptamanın önemli olduğu deneyler yapıyorsunuz. Siyah bir şey gözlemliyor ve ses kaydedicinize “siyah” diyorsunuz. Daha sonraki gün de aynı şeyi yineliyorsunuz. Üçüncü gün bunları dinlediğinizde çıkan iki “siyah” seslemesinin benzer olduğunu deneyimleyebilirsiniz. Bundan, iki ayrımlı günde gördüğünüz renklerin benzer olduğu çıkarımını yapabilirsiniz. Hızlı ardışıklık içinde iki siyah renkli şey görüp de her biri için “bu siyahtır” demenizin hemen arkasından, sözcüklerinizi anımsayabilirsiniz, ama renkli şeylerin görselliği ortadan kalkmıştır. Bu durumda, şeylerin benzerliğini “siyah” sözcüğünün benzerliğinden çıkarırsınız. Dil benzerlikten özdeşliğe geçişi sağlayamaz.
 

Böyle durumlarda, çıkarımın ne olduğu ya da ne olmadığı sorusu, ruhbilimsel açıdan, kesin yanıtı olmayan bir sorudur.

Bilgi kuramında, deneysel öncüllerimizi en aza indirgemeye çalışmak doğaldır. Hepsini doğrudan deneyime dayanarak savladığımız “p”, “q”, “r” önermelerinden “r” önermesini “p” ve “q”den çıkarmak olanaklı olduğunda “r”den bir öncül olarak vazgeçebiliriz. Yukardaki örnekte, “bunların ikisi de siyahtır”ı görüyoruz. “Bu siyahtır”ı ve “şu siyahtır”ı görebiliyoruz ama, “bunların ikisi de siyahtır”ı çıkarım ile elde ediyoruz. Bu konu göründüğü kadar yalın değildir. Mantık sözel anlatımlar ile değil önermeler ile ilgilidir. Mantıksal açıdan “bu siyahtır” ve “şu siyahtır” önermelerini aldığımızda, ikisinde de “siyah” sözcüğü geçmektedir. Ama, deneysel ruhbilimsel bir olgu olarak, iki tümceyi konuştuğumuzda, “siyah” sözcüğünün iki ayrı örneğini içeren sözel anlatımlar ortaya çıkar. “Bu ve şu siyahtır” çıkarımını yapabilmek için bir başka deneysel öncüle daha gereksinme duyarız, bu da “hem ilk `siyah´ sözcüğü hem de ikinci `siyah´ sözcüğü `siyah´ sözcüğünün örnekleridir” önermesidir. Her kezinde sözcüğün bir başka örneğini söyleyebilirim, Platon’cu evrende değişmeden kalan kendinde şeyi değil.

Mantık, konuşulan sözler ile değil, önermeler ile ilgilidir. Mantıksal açıdan baktığımızda, “bu siyahtır”, “şu siyahtır” önermelerinin ikisinde de “siyah” sözcüğü geçmektedir. Ama, deneysel ruhbilimsel bir olgu olarak, bu iki sözü konuştuğumuzda, “siyah” sözcüğünün iki ayrı örneğini içeren sözler oluşur. Yukardaki önermelerden “bu ile şu siyahtır” çıkarımını yapabilmek için, hem ilk “siyah” sözcüğünün hem de ikinci “siyah” sözcüğünün aynı olması gerekir. Oysa, bunlar, konuşulan sözde, “siyah” sözcüğünün iki ayrı örneğidir. Her konuşmamda sözcüğün bir başka örneğini söylerim, Platon’cu evrendeki değişmeden kalan, duyumsanamaz kendinde şeyi değil.

Ama, konuşulan sözlerin gerçekliğinin tersine, sözcüklerin ve, dolayısı ile, tümcelerin tümelliği ve mantık, onulmazca, Platon’cudur. “Bu siyahtır”, “şu siyahtır” dediğimde iki şey konusunda aynı yüklemi söylediğimi sanırım, ama, bunu başaramam, yalnızca, “bu ile şu siyahtır” dedikten sonra, bu ile şu konusunda daha önce söylediklerimden ayrımlı bir şey söylediğimin ayırtına vardığımda olayı çözümlemekte başarıya ulaşırım. “Siyah” sözcüğünün yinelenen kullanımlarında varmış gibi gözüken genellik bir yanılsamadır. Gerçekte, bunların arasındaki bağıntı benzerliktir. “Siyah” sözcüğünün iki anlatımı arasındaki benzerliği algılamak, iki siyah peçe arasındaki benzerliği algılamaktan ayrımlı değildir. Ama, dilin kullanımında, benzerliğin algılanması zorunlu değildir. Siyah bir peçe bir “siyah” sözcüğünün söylenmesine, başka bir siyah peçe bir başka “siyah” sözcüğünün konuşulmasına neden olur. Peçelerin rengi benzerdir. Bunların sözel karşılıkları da benzerdir. Anlatımlardaki benzerlikler gözlemlenebilir, ama, gözlemlenmek zorunda değildir. Bunlar gerçekte olan şeylerdir. Sorun mantık ile ve tümeller kuramı ile bağıntılıdır. Ve, bu, öğretinin ruhbilimsel önvarsayımlarının ne kadar çözümlenmeye gereksinimi olduğunu gösterir. Mantıkta onaylanan, bir sözcüğün, aynen, ayrımlı durumlarda, ayrımlı sözel anlatımlarda ve hatta tümcelerde geçebileceği anlayışı, dikkatli olmazsak, “Londra’da şu anda bir okapi (Afrika’ya özgü bir hayvan) vardır” ve “New York’da şu anda bir okapi vardır” önermelerinin doğru olabileceğine dayanarak belirli bir okapinin, aynı anda, hem Londra’da hem de New York’da olabileceği çıkarımını yapmak kadar yanıltıcı olabilir.
Mantık içinde yaptığımız bu gezintiyi burada sonlandırıp bir Gestalt algısından çözümsel bir algıya geçtiğimizde, örneğin, kılığın bütününü bir birlik olarak algıladığımızdaki “sinek ikilisi”nden, kılığın bölümlerini ve bunlar arasındaki bağıntıları gördüğümüzdeki “beyaz zemin üzerinde iki benzer siyah gösterge”ye geçtiğimizde ne olur? Bir duyulur özdek türünü tanımak böyle çözümsel yargıları etkiler. Bir oyun kâğıdı destesinde onüç sinek dört ikili bulunduğunu biliyorsanız ve kâğıtları iki yönlü sınıflandırma alışkanlığınız var ise, bu alışkanlık sizin bir onluyu, bir görüşte, kâğıdın üzerindeki göstergelerin düzeninden tanımanıza olanak sağlar, ama, oyun kâğıtlarını tanımayan bir kişinin -bu kâğıdı adlandırmak için- ona kadar sayması gerekir.

Saymak için neyin gerekli olduğu kolayca abartılabilir. Bir sepet fındığı saymanız gerekiyor ise, doğru sırayla “bir, iki, üç…”diyerek sayma alışkanlığınız var ise, her seferinde bir ekleyerek fındıkları, birer, birer başka bir sepete atabilir ve sonunda, alışkanlık sonucu olarak, belirli bir düzende gelen bir sesler dizisi dışında belleğe başvurmadan veya sayıları kavramaya gerek duymadan fındıkları saymış olursunuz. Bu, kullanan kişinin, bildiğini karşılayandan çok daha fazla sözcüğü nasıl bilebildiğini açıklar. Gene, siyah bir nesne, sizin, sözcüklerin anlamlarını gerçekleştirmeksizin, katıksız bir alışkanlık ile, “bu siyahtır” demenize neden olabilir. Aslında, düşünmeksizin söylenen sözlerin doğru olma olasılığı, belki de, düşünerek söylenenlerden daha fazladır. Çünkü,Türkçe biliyorsanız eğer, sizin için, siyah bir nesne ile “siyah” sözcüğü arasında, başka bir nesne ile başka bir renk adı arasında bulunmayan nedensel bir bağıntı bulunmaktadır. İmledikleri nesnelerin orada bulunmasının uyarması sonucunda oluşturulan tümcelerin doğruluğuna yüksek bir olasılık veren, işte, budur.

Siyah bir nesne görüp “bu siyahtır” dediğinizde, çokluk, söylediğiniz bu sözcükleri dikkate almazsınız. O şeyin siyah olduğunu bilirsiniz, ama, söylediğinizi bilmezsiniz. “Bilmek” eylemini, burada, “dikkate almak” anlamında kullanıyorum. Konuştuğunuzu dikkate alabilirsiniz, ama, bunu yalnızca, bir nedenden ötürü, konuşmanız sizi, nesnenin ilgilendirdiği kadar ilgilendiriyor ise, örneğin, dil öğreniyor veya seslendirme alıştırması yapıyorsanız, yaparsınız. Dilin olgular ile bağıntısını araştırıyorsanız, söylediğiniz sözcükler ile nesne arasında bir bağıntının ayırtına vararak “`bu siyahtır´ dedim çünkü o siyahtır” dersiniz. Bu önermede geçen “çünkü”nün dikkate alınması gerekir.

Siyah bir nesne görüp “bu siyahtır” dediğinizde, genel olarak, söylediğiniz bu sözcükleri dikkate almazsınız. O şeyin siyah olduğunu bilirsiniz, ama, söylediğinizin ne olduğunu bilmezsiniz. “Bilmek” eylemini, burada, “dikkate almak” anlamında kullanıyorum. Konuştuğunuzu dikkate alabilirsiniz, ama, bunu yalnızca, bir nedenden ötürü, konuşmanız sizi, nesnenin ilgilendirdiği kadar ilgilendiriyor ise, örneğin, dil öğreniyor veya seslendirme alıştırması yapıyorsanız, yaparsınız.

Dilin olgular ile bağıntısını araştırıyorsanız, söylediğiniz sözcükler ile nesne arasında bir bağıntının ayırtına vararak “`bu siyahtır´ dedim çünkü o siyahtır” dersiniz. Bu önermede geçen “çünkü”nün dikkate alınması gerekiyor (demiştik, geçen hafta). Bu sorunu, görülen adı taşıyan “Proceeding of the Aristotelian Society” yayında, 1935, 1936 yıllarında yayınladığım yazıların görülen başlıklısında, “The Limits of Empricism” tartışmıştım. Burada, o yazının konu ile ilgili bölümlerini, kısaca, yinelemek istiyorum.

Şu üç önermenin bağıntılarını irdeleyelim:

“Oradaki bir siyah peçedir”, bunun karşılığında “p” yazacağız;

“`Oradaki bir siyah peçedir´ dedim”, bunun için “q” yazacağız;

“`Oradaki bir siyah peçedir´dedim çünkü oradaki bir siyah peçedir”, bunun karşılığında da “r” yazacağız.

Burada, r ile ilgili iki soru ortaya çıkıyor: Bunlardan biri “bunu nasıl biliyorum?” sorusu, öbürü ise, bu önermedeki durumu ile, “`çünkü´ sözcüğünün anlamı nedir?” sorusudur.

Birinci sorunun kaynağı olan tümce, bir deneyimi anlatan bir tümce olduğu için, bunu, yani, r’yi de p ve q’yü bildiğimiz gibi bildiğimiz görüşünün dışına çıkamıyorum. Ama, bu görüşü gerektiği gibi değerlendirebilmek için, önce, q önermesine biraz daha kesinlik kazandırmamız gerekiyor. Çünkü, q, yalnızca, belirli sesler çıkarmış olduğum anlamına da, bir savda bulunduğum anlamına da çekilebilir. Bir savda bulunmam q önermesinin seslendirilmesinin bir niyet içermesini anlatır. Belirli bir şeyin olduğunu öne sürmek niyeti ile değil, bir şiirin bir dizesi olduğundan “oradaki bir siyah peçedir” demiş olabilirim. Bu durumda r doğru olmaz. Bu neden ile, r nin doğru olması için, q önermesinin tümcesel bir bölümünü oluşturan sesleri çıkarmam (“oradaki bir siyah peçedir” demem) yeterli değildir. Bu sesleri var olan duyulur bir olgu konusunda bir savda bulunmak niyeti ile çıkarmam gerekmektedir.

“Niyet” anıştırmalı (implied) değil, bilinçli, düşünülmüş bir şey bildirir.

Sözcükler, doğrudan çevresel nedenler ile de ortaya çıkabilir; canım acıdığında “ah” sesi çıkarmam gibi. Birisi bana “niçin ah dedin?” diye sorduğunda “çünkü dişime yeğin bir ağrı girdi” diye yanıtlarsam, buradaki “çünkü”nün anlamı r önermesindeki ile aynıdır. “Çünkü”, iki durumda da, bir deneyim ile bir söz arasında bulunan gözlemlenmiş bağıntıyı anlatır.

Bir sözcüğü bu bağıntıyı gözlemlemeden de doğru kullanabiliriz. Ama, sözel tanımı olmayan, anlamı ile karşı karşıya gelerek öğrenilen bir sözcüğün anlamını, yalnızca, bağıntıyı gözlemleyerek, açıkça, bilebiliriz. Bir acı çığlığı ile “siyah” sözcüğü arasındaki ayrım, çığlığın koşulsuz tepke olması, “siyah”ın ise öyle olmamasıdır. Ama, bu ayrım “çünkü” sözcüğünü kapsayan bir ayrım değildir. Belirli bir dili öğrenmiş olan insanlar, belirli durumlarda belirli sözcükleri kullanmak üzere bir itki edinmiştir. Edinilen bu itki acı duyulduğunda çığlık atmak itkisi ile kesin olarak benzeşir.

r (“`Oradaki bir siyah peçedir´dedim çünkü oradaki bir siyah peçedir”),önermesindeki “oradaki bir siyah peçedir” tümcesini konuşmak için çeşitli nedenlerimiz olabilir: Siyah peçe, bize, düşünmeden hayretle bağıracak kadar ilginç bir şey gibi gelebilir. Bilgi vermek isteyebiliriz. Birisinin dikkatini bir şey üzerine çekmek amacında olabiliriz. Birisini kandırmak isteyebiliriz. Bir şiiri okurken olduğu gibi, sözcükleri, herhangi bir sav ileri sürmeden kullanıyor olabiliriz. Bu sözü deme nedenimizin bunlardan hangisi olduğunu, eğer bilmek istiyorsak, bilebiliriz. Bunu içebakış adı verilen bir gözlem ile gerçekleştirebiliriz. Ama, her durumda, iki deneyim arasında bir gözlemlenmiş bağıntımız vardır.

En yalın durum– bağıntı, bir siyah peçe görmenin “oradaki bir siyah peçedir” seslemesine neden olmasıdır. Bu, r önermemizde ele aldığımız durumdur. Ama gene, r önermesindeki “çünkü” konusunda yapılacak daha ayrıntılı tartışmalar, önermesel tutumları ele alana dek ertelenmek zorundadır.

Tarski, görülen adı taşıyan önemli betiğinde “Der Wahrrheitsbegriff in den Formalisierten Sprachen”, belirli bir dilin tümcelerinde geçerli oldukları durumları ile, “doğru” ve “yanlış” sözcüklerinin, belirlenmesinde daha üst düzeyde olan başka bir dili gerektirdiklerini göstermiştir. Aşamalı diller kuramı, türler kuramı bağlamındadır. Bu kuram, bir biçimde, mantıksal çatışkıların (paradoksların, hem doğruluğu hem de yanlışlığı gösterilen önermelerin) çözümü için zorunludur ve Carnap ile Tarski’nin çalışmalarında önemli bir yer tutar. Wittgenstein’ın “Tractatus”una yazdığım önsözde, aşamalı diller kuramını, onun söz diziminin, yalnızca, “gösterilebilir” olduğu, sözcükler ile anlatılamayacağı yaklaşımına bir almaşık olarak ileri sürmüştüm. Aşamalı dillerin zorunluluğu konusundaki kanıtlar çok güçlü, bu neden ile, şu andan başlayarak, böyle dillerin var olduğunun doğru olduğunu onaylayabilirim.

Dilin aşamaları, yukarı doğru, belirsiz olarak, sürer, ama, aşağı yönünde böyle değildir. Böyle olsaydı dilin, kesinlik ile, bir başlangıcı olmazdı. Dolayısı ile, en alt düzeyde bulunan bir dil vardır. Olanaklı tek örnek olmayan, böyle bir dili betimlemeye çalışacağım. En alt düzeydeki dile “nesne dili” veya “asıl dil” diyeceğim. Bu bölümdeki amacım, bu temel dili belirlemek ve betimlemek. Aşamalılıkta bu dili izleyenlere ikincil, üçüncül vb. diller denecek. Bundan, her bir aşamadaki dilin, kendisinden daha alt aşamadaki dili, bütünü ile içerdiği anlaşılmalıdır.

Asıl dilin, hem mantıksal hem de ruhbilimsel açılardan belirlenebileceğini göreceğiz, ama, biçimsel tanımlamalara kalkışmadan önce, biçimsel olmayan bir ön inceleme yapmak yerinde olacaktır.

Tarski’nin savına göre, “doğru” ve “yanlış” sözcükleri asıl dilde ortaya çıkamazlar, çünkü, bu sözcükler, n’inci dilin tümcelerine uygulandıklarında, n+1 inci dilde anlatılmışlardır. Bu, asıl dildeki tümcelerin doğru ya da yanlış olmadıkları anlamına gelmez. Bunun anlamı, “p” bu dildeki bir tümce olduğunda, “p doğrudur” ve “p yanlıştır” önermelerinin ikincil dildeki önermeler olduğudur. Çünkü, bir asıl dil var ise, bu dilin sözcüklerinin hepsi, bu dilin olmasını gerektirenler gibi, dil dışına uygulanan sözcükler olmalıdır. “Doğru” ve “yanlış” tümcelere uygulanabilir olduklarından, önceden olan, bir dilin varlığını gerektirirler. Dolayısı ile, asıl dilde savlama yapabiliriz, ama, aynı dilde bu savlamalarımızın veya başkalarının savlamalarının doğru ya da yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Asıl dildeki savlamalarımızdan söz ederken bir yanlış anlamaya engel olmalıyız. Çünkü, “savlama” belirsiz bir terimdir. Bazen, yadsımanın karşı savı olarak kullanılan bu terim, böyle alındığında asıl dilde yer alamaz. Değilleme, sözcükler biçiminin yanlış olduğunu anlatır. “Değil” sözcüğü, yalnızca, bir tümceye eklendiğinde anlam taşır. Bu neden ile, bu sözcüğün ön koşulu dildir. Böylece, “p” asıl dilin bir tümcesi ise, “p değil” ikincil dilde olur. Sözel değişiklik olmadan “p”nin, bir ek ile, ikincil dildeki bir önermeye dönüşmesi, kolayca, karışıklığa neden olabilir. Örneğin, birbirine benzeyen, şekerlik yerine, yanlışlık ile tuzluğu aldınız ve “bu şeker değil” diye bağırdınız. Bu bir değillemedir ve ikincil dildedir. Sonra öbürünü alarak “bu şeker” diyorsunuz. Ruhbilimsel açıdan, “bu şeker mi?” sorusunu evetlerken, aslında, “´bu şekerdir` önermesi doğrudur” demiş olursunuz. Ama, bu, asıl dilde söylenemeyecek bir önermedir. Yadsımanın karşı savı gibi alınan savlama ikincil dilin önermesidir. Asıl dilde yapılan bir savlamanın, asıl dilde karşı savı yoktur.

“Değil” sözcüğü, yalnızca, bir tümceye eklendiğinde anlam taşır. “Veya”, “ama” gibi bağlaçlar önermeleri birbirine bağlar. Bunlar kendi başlarına anlamlı değildir; bunlar bir dilin varlığını gerektirirler. Bu, “bütün” ve “bazı” için de geçerlidir. Bütün şeyler veya bazı şeyler gibi kullanımlar olanaklıdır, ama, başka sözcükler ile birlikte olmadıklarında “bütün” ve “bazı” anlamsızdır.
 

Dolayısı ile, mantıksal terimlerin hiçbirisi asıl dilde bulunmaz. Bunların hepsi önermesel biçimi gerektirir: “Değil” ve bağlaçlar önermeleri gerektirirken, “bütün” ve “bazı” önerme işlevlerini gerektirir.

Gündelik dil “dır” ve “göre” gibi bir takım salt sözdizimsel sözcükler içermektedir; bunlar asıl dil içersinde bulunmazlar. Gereksiz olan bu sözcükler simgesel mantık dillerinde görülmez. “A B’den öncedir” yerine “A önce B” yazarız. Mantıksal bir dil “A sarıdır” yerine görüleni “sarı (A)” yazar. “Gülümseyen hainler vardır” yerine “´ya x gülümsemez ya da x bir hain değildir`in bütün değerlerinin yanlış olduğu yanlıştır” yazılır. Geleneksel doğaötesindeki “olmak” ve “varlık” “dır”ın belirli anlamlarının gerçekmiş gibi alınan biçimleridir. “Dır” asıl dilde olmadığından “varlık” ve “olmak”, nesnelere doğrudan uygulanabilir olmayan, dilsel kavramlardır.

Asıl dilin dışında tutulması gereken bir sözcükler sınıfı daha vardır. Bir tümcede “inanmak”, “istemek”, “kuşkulanmak” gibi sözcüklerden biri geçtiğinde, bu sözcüğü, inanılan veya istenilen veya kuşkulanılan şeyin ne olduğunu anlatan bir alt tümce izlemektedir. Bulgulayabildiğim kadarı ile, hepsi ruhbilimsel olan bu sözcükler, “önermesel tavır” (önerme gerektiren) dediğim bir şey içermektedir. Şimdilik, bu sözcüklerin, yalnızca, önemli bir noktada, “veya” gibi sözcüklerden ayrımlı olduğunu göstereceğim. Bunlar gözlemlenebilir olayların (phenomena) betimlenmesi için gerekli sözcüklerdir. Kâğıt görmek istersem, bu isteğimi, bir parça kâğıda bakarak, kolayca yerine getirebilirim. Oysa, “istemek” sözcüğünün geçtiği bir tümcenin, anlamlı bir anlatım olması için, bir alt tümce içermesi gerekmektedir. Böyle sözcükler sorunlara yol açar ve, belki, asıl dilde bulunmalarını olası kılacak bir yoldan çözümlenmeleri yapılabilir. Ama, bu, ilk bakışta, olanaksız olduğundan, şimdilik, asıl dilin dışında tutulmaları gerektiğini var sayıyoruz. İlerdeki bölümlerden birini bunun tartışılmasına ayıracağım.

Şimdi, asıl dili veya nesne dilini, bütünü ile “nesne sözcükleri”nden oluşan bir dil olarak tanımlayabiliriz. Nesne sözcükleri, mantıksal bakımdan, tek başlarına anlamlı, ruhbilimsel açıdan da, daha önce öğrenilmiş başka sözcüklere başvurmadan, öğrenilmiş sözcüklerdir. Bu iki açıklama eşdeğer değildir ve çatıştıkları yerde mantıksal olanı yeğlenmelidir. Algısal yetilerimizin sınırsız olarak artacağı varsayımı doğrulansaydı ancak, bu iki açıklama eşdeğer olurdu. Bir bingenin, yalnızca, ona bakarak, öyle olduğunun ayırtına varamayız, ama bunu becerebilecek bir varlığı kolaylıkla imgeleyebiliriz. Öte yandan, anlamı biçimsel bir tanımdan gelmiyor olsa da, herhangi bir varlığın dil bilgisinin “veya” sözcüğü ile başlaması, açıkça, olanaksızdır. Gerçek nesne sözcükleri sınıfına ek olarak, bir de olanaklı nesne sözcükleri sınıfı vardır. Pek çok bakımdan, bu gerçek nesne sözcükleri ile olanaklı nesne sözcüklerini içeren sınıf, yalnızca, gerçek nesne sözcüklerini içeren sınıftan daha önemlidir.

Yaşamda daha sonraları, bilmediğimiz bir sözcüğün anlamını, anlamını bildiğimiz sözcükler yolu ile tanımının yapıldığı, sözlükten öğreniriz. Ama, sözlük bir sözcüğü başka sözcükler ile tanımladığına göre, anlamını sözel tanımlar olmaksızın bildiğimiz bazı sözcükler olmalıdır. Bu, sözel tanımlar olmaksızın bilinen sözcüklerin az sayıda olan bir bölümü “veya” ve “değil” gibileri asıl dilden değildir. Ama bunların büyük çoğunluğu asıl dildeki sözcüklerdir. Şimdi, bu sözcüklerin ne anlama geldiklerini öğrenme sürecini ele almamız gerekiyor. Sözlük sözcükleri göz ardı edilebilir. Çünkü, her durumda, tanımları ile yer değiştirmeleri olanaklı olduğu için, bu sözcükler kuramsal olarak, gereksizdir.

Bir nesne sözcüğünün öğrenilmesinde ele alınması gereken dört şey vardır. Birincisi ve ikincisi, işitilen sesin ilgili nesne karşısında anlaşılması, işitilen sesin nesnenin yokluğunda anlaşılmasıdır. Sözcüğün nesnenin karşısında konuşulması ve sözcüğün nesnenin yokluğunda konuşulması, ele alınması gereken öbür iki şeydir. Bir çocuk bu yetenekleri, yaklaşık olarak, bu sıra ile kazanır.

İşitilen bir sesi anlamak, davranışçılığa veya kişisel ruhbilime dayanılarak açıklanabilir. Bir köpeğin bir sözcüğü anladığını söylediğimizde, anlatmak istediğimiz tek şey, onun işittiği sözcüğe uygun davrandığıdır. Onun ne “düşündüğünü” bilemeyiz. Örneğin, bir köpeğe adını öğretme sürecini ele alalım: Süreç ona adı ile seslenmeyi, geldiğinde onu ödüllendirmeyi, gelmediğinde cezalandırmayı kapsar. Köpek için adının anlamının, “sahibimin yanına gittiğim için ödüllendirileceğim ya da yanına gitmediğim için cezalandırılacağım” olduğunu imgeleyebiliriz. Köpeğin hangisini daha olası seçenek saydığı kuyruk sallama ile belirtilir. Bağıntı, bu durumda, bir, haz, acı bağıntısıdır ve bu yüzden, buyruklar köpeklerin en kolay anladıklarıdır. Ama, içeriği yeterli heyecanlandırıcı önemde olduğunda, köpek bir bildirim tümcesini de anlayabilir. Örneğin, “yemek zamanı” sözünün, köpek için anlaşılan anlamı, “istediğim yiyeceği almak üzereyim”dir. Bunun anlaşıldığını söylediğimde, demek istediğim, köpek, sözü işittiğinde, tıpkı elinizde bir kap yemek olduğunda davranacağı gibi davranmaktadır. Bu durumda köpeğin sözü bildiğini söyleriz. Ama, söylememiz gereken, “yemek zamanı” sözünün, köpeğin yiyemeyeceği, bir yemeğin görüntüsünün veya kokusunun üreteceğine benzer bir davranış ürettiğidir.

Bir nesne sözcüğünün anlamı, yalnızca, seslendirilmesinin, sözcüğün anlamı olan nesnenin karşısında, sıklıkla işitilmesi ile öğrenilebilir. Sözcük ile sözcüğün anlamı olan nesne arasındaki birlik (association), örneğin, görme duyusu ile dokunma duyusu arasındaki birlik gibi, alışkanlığa bağlı herhangi bir birlik gibidir. Birlik sağlandığında, nesne, sözcüğü, sözcük de nesneyi çağrıştırır. Birlik ve alışkanlık, yalnızca dile özgü olmayıp, genel olarak, ruhbilimin ve bedenbilimin ıralayıcı niteliklerindendir. Bunların nasıl yorumlanacakları sorusu zor ve tartışmalı bir sorudur; ama, özellik ile dil kuramı ile ilgili bir soru değildir. Bir nesne sözcüğü ile anlamı arasında birlik kurulduğu anda, sözcük, karşıda nesnesi olmasa da “anlaşılır” olur.

Bir tilki gördüğü için “tilki” diyen birisinin yanında olduğunuzu ve, onu işitmenize karşın, tilkiyi görmediğinizi varsayalım. “Tilki” sözcüğünü anladığınızda nasıl davranırsınız? Çevrenize bakarsınız. Ama, “kurt” ya da “zebra” deseydi de böyle davranırdınız. O sırada, sizde bir tilki imgesi belirebilir, ama, gözlemciye bu sözcüğü anladığınızı gösteren, tilkiyi gördüğünüzde davranacağınız gibi davranmanızdır.

Genel olarak, anladığınız bir nesne sözcüğünü işittiğinizdeki davranışınız, bir yere kadar, nesnenin kendisinin neden olacağı bir davranıştır. Bu davranış, herhangi bir “anlıksal” işleme gerek olmaksızın, söz ile nesnenin birliği kurulduğunda, koşullu tepkilerin kuralları ile oluşabilir. Sabah, size, “kahvaltı hazır” denebilir ya da sucuklu yumurtanın kokusunu alabilirsiniz. İkisinin de davranışlarınız üzerindeki etkisi benzerdir. Sucuklu yumurta kokusu ile sucuklu yumurta arasındaki bağıntı “doğal”dır. Ama, “kahvaltı” sözü ile kahvaltı arasındaki bağıntı, yalnızca, Türkçe konuşan insanlarda bulunan bir toplumsal özelliktir. Bu, yalnızca, toplumu bir bütün olarak aldığımızda böyledir. Her çocuk, yürümeyi öğrendiği gibi anne, babasının dilini de öğrenir. Çocuk, sözcükler ile şeyler arasında, gündelik deneyimler yolu ile belirli bağıntılar oluşturur ve bu bağıntılar, yumurtaların veya kibrit çöplerinin özellikleri benzeri doğalmış gibi görünür. Sözcükler ile nesneler arasındaki bağıntılar, çocuk yabancı bir ülkeye götürülmediği sürece, gerçekten, nesnelerin özellikleri ile aynı düzeydedir.

Sözcüklerin bir bölümü bu yolla öğrenilir. “Oyalanma” sözcüğünü, kimse, birisinin oyalandığı durumlarda konuşulmasını sık, sık işittiğinden öğrenmez. Tanıdığımız kişilerin özel adlarını, “insan”, “köpek” gibi sınıf adlarını; “sarı”, “sert”, “tatlı” gibi duyulur nitelik adlarını; “yürümek”, “koşmak”, “yemek”, “içmek” gibi eylem adlarını; “aşağısı”, “yukarsı”, “içersi” ve “dışarsı”, “önce” ve “sonra” ve, hatta, “hızlı ve “yavaş” gibi sözcükleri, sözcüğün, anlamı ile doğrudan bağıntısı yolu ile öğreniriz. Ama, “onikiyüzlü” gibi bileşik sözcükleri veya “değil”, “ya da”, “bütün”, “bazı” gibi mantıksal terimleri bu yol ile öğrenmeyiz. Mantıksal terimler, daha önce söylediğimiz gibi, bir dilin varlığını gerektirir. Daha doğrusu, “atomsal biçimler” diye söz ettiklerimizi önceden var sayar. Mantıksal sözcükler, dilin ilksel olmayan bir aşamasının sözcükleridir. Bunları, dil dışı olaylar ile en yakından bağıntılı olan konuşma biçimlerinin arasına katmamak için dikkatli olmalıyız.

Bir sözün anlaşılmasını bir nesne dilinin anlaşılması örneği kılan nasıl bir yalınlıktır? Bir tümce nesne dilinde konuşulup üst düzeyde bir dilde anlaşılabilir ve bunun tersi de olanaklıdır. Çevrede fare yokken “fareler!” diyerek köpeğinizi kışkırtırsanız, nedeni fareler olmadığı için sözünüz üst düzeyde bir dildedir, ama, köpeğin sözünüzü anlaması nesne dilindedir. İşitilen bir söz, anlamına uygun bir tepkiye yol açıyor ise nesne dilinde olur. Bir kişi “bak tarlakuşu, dinle” dediğinde, bakıp dinleyebilirsiniz veya “mutluluktan ötüyor” diyebilirsiniz. Birinci durumda işittiğiniz nesne dilindedir, ikincisinde ise değildir. Size söylenenden kuşkulandığınızda ya da onu yadsıdığınızda, işittiğiniz, nesne dili olmaktan çıkar, çünkü, böyle bir durumda sözler üzerinde durursunuz. Oysa, nesne dilinde sözler saydamdır, onları dikkate almazsınız, başka bir deyiş ile, sözlerin davranışınız üzerindeki etkileri, yalnızca, anlamlarına bağlıdır ve adlandırdıkları şeyin duyulurluğu sonucunda ortaya çıkacak etkiler ile, bir bakıma, özdeştir.

Konuşmayı öğrenmede iki öge vardır: Biri kas becerisi, öbürü, bir sözü uygun durumlar için kullanma alışkanlığıdır. Papağanların da edinebileceği kas becerisi göz ardı edilebilir. Çocuk, kendiliğinden, birçok, anlam çağrıştıran, ses çıkarabilir ve yetişkinlerin seslemelerine öykünmek eğilimindedir; yetişkinlerin çevreye uygun bulduğu bir sesi çıkardığında hoşlanır. Dolayısı ile,çocuklar, hayvanların eğitilmesinde kullanılan haz ve acı yöntemi ile, bir süre sonra, duyulur nesnelere uygun seslemeler yapmayı öğrenir. Bunun hemen ardından da, nesneleri elde etmek istediklerinde, onlara uygun seslemeleri kullanmayı bilirler. Bu gerçekleştiğinde, çocuk, artık nesne dilini öğrenmiş olur: Nesneler bağıntılı oldukları sözleri akla getirir; adlar ise bağıntılı oldukları nesneleri çağrıştırır. Bir nesnenin adı, yalnızca, o nesnenin karşısındayken değil, onun düşünülmesi ile de akla gelir.

Görmüş olduğumuz gibi, sözcükleri; (1) anlamı sözcük ile nesne arasında kurulan, doğrudan bağıntı yolu ile öğrendiğimiz nesne sözcükleri; (2) nesne dilinde bulunmayan önermesel (mantıksal) sözcükler ve (3) anlamını sözel bir tanım aracılığı ile öğrendiğimiz sözlük sözcükleri olmak üzere, üç sınıfa ayırabiliriz.

Nesne sözcüğü ile sözlük sözcüğü arasındaki ayrım, kişiden kişiye önemli ölçüde, değişir. “Beşliyıldız (pentagram)” çoğu insan için bir sözlük sözcüğüdür, ama, bunlar ile donatılmış bir evde büyümüş bir çocuk için bir nesne sözcüğü olabilir. “Gamalıhaç (swastika)” eskiden bir sözlük sözcüğüydü. Dikkate alınması gereken, nesne sözcüklerinin önceliğidir. Çünkü, onlar önceden olmasaydı sözel tanımlar hiçbir şey bildiremezdi.

Şimdi, yalnızca, nesne sözcükleri ile bir kişinin, dil bakımından, ne yapabileceğini görelim. Bu amaç doğrultusunda, söz konusu kişinin, nesne sözcükleri edinmek için, her olanaklı durumu değerlendirmiş bir kişi olduğunu varsayacağım: Everest tepesini, Popocatepetl’i görmekten başka, anakonda ve aksolotl da görmüş; Çang Kay Şek’i ve Stalin’i tanıyan, kuş yumurtalarını, köpek balığı yüzgecini tatmış; duyulur dünyayı her yönü ile deneyimlemiş , ama, dünyayı deneyimlemek ile çok fazla ilgilendiğinden, “değil”, “veya”, “bazı” gibi sözcüklerin kullanımını edinememiş bir kişi. Ona “gitmediğin bir ülke var mı?” diye sorarsanız, ne demek istediğinizi anlamayacaktır. Böyle bir kişi neleri bilecek, neleri bilmeyecek?

Bu kişi “yalnızca, gözlem yolu ile bilinebilecek her şeyi bilecek, ama, çıkarım gerektiren hiçbir şeyi bilmeyecektir” diyebilir miyiz? Önce, sorumuzu değiştirip, neyi bilebileceğini değil, sözcükler ile neyi anlatabileceğini soralım.
Bu kişi, bütün gözlemlenebilir olguları sözcükler ile anlatabiliyor ise, ne kadar olgu var ise o kadar sözcüğünün olması gerekir; ama, bazı sözcükler bazı olguların içinde bulunduğundan (anlatımlar da olgudur), bu durumda, sözcüklerin sayısı sonsuz olmalıdır. Bu olanaksızdır, dolayısı ile, bu kişinin bilmediği olgular vardır. Bu durum, Royce’un şişesi ile benzeşir. Şişenin üzerinde şişenin betisi olan bir etiket vardır ve betideki şişenin üzerinde de böyle bir etiket bulunmaktadır. Bu kişinin, gözlemlenebilir olguların bazılarını dışarda tutması gerekse de, “şunu dışarda tutmalıdır” diyebileceğimiz belirli bir gözlemlenebilir olgu yoktur. Bu kişi, yalnızca iki takım giysinin sığabileceği bavula üç takım koymak isteyen bir kişinin durumundadır; giysilerden birisini dışarda bırakması gerekmektedir, ama, dışarda bırakılması gereken belirli bir takım yoktur. Varsayalım ki bu gezgin arkadaşımız Tom adında birisini görüyor ve “Tom’u görüyorum” diyor. Bu sözün kendisi de bir gözlemlenebilir olgu olduğu için “Tom’u gördüğümü söylüyorum” diyor. Gezginin bu zinciri kıracağı, zincirde belirli bir nokta yoktur, ama, zinciri bir zaman noktasında (anında) kırması zorunludur ve o noktada sözcükler ile anlatmadığı (kendi ölümü olan) bir gözlemlenebilir olgu vardır. Bu neden ile, öyle görünüyor ki, bir ölümlünün her gözlemlenebilir olguya bir sözel anlatım vermesi olanaksızdır; ama, bunun ile birlikte, bir ölümlü her gözlemlenebilir olguyu sözel olarak anlatabilir. Bu bir çelişki değildir.

Bu durumda, değerlendirmemiz gereken iki ayrımlı bütün bulunuyor: Birincisi, söz konusu kişinin edimsel anlatımlarının bütünü; ikincisi de bu kişinin olanaklı anlatımlarının bütünüdür. Edimsel anlatımların, bu ikinci anlatımların içinden seçilmiş olması gerekir. “Olanaklı” anlatım nedir? Anlatımlar boranlar ya da demiryolu kazaları gibi fiziksel olaylardır. Oysa, şair ya da yazarlardan birisi gerçekleşmemiş bir boranı betimleyebilir; ama, bir anlatım, söylenmeden betimlenemez. Siyasi bir konuşmayı anlatırken “…nın söylemediği şuydu” diyebilirsiniz ve bunun ardından söylemediği anlatımı söylersiniz. Yani, söylenmemiş bir anlatım söylenir.

Ama, bu güçlükten kaçınmanın yolları vardır. Bu yollardan en iyisini olanaklı kılan Gödel’dir. Bütünü ile belirlenmiş bir söz varlığı ve söz dizimi olan, bütünü ile biçimselleştirilmiş bir dili varsayar. Söz varlığının sözcüklerine ve bunun sonucu olarak, dildeki bütün olası tümcelere, aritmetik kurallar ile sayılar verir. Varsayımda, söz varlığı sonludur, ama, tümcelerin uzunluğunda bir sınırlama yoktur (sonlu olmaları dışında); olanaklı tümcelerin sayısı sonlu tamsayıların sayısı ile eştir. Sonuçta, n sonlu bir tamsayı ise n’inci belirli bir tümce vardır ve kurallarımız bu tümceyi n sayısı ile kurmamıza olanak tanıyacaktır. Artık, A’nın anlatımları konusundaki her türlü anlatımı, edimsel olarak, onun anlatımlarını söylemeye gerek kalmadan dile getirebiliriz. “A, kesinlik ile, sayısı 13 ile bölünebilen bir anlatımda bulunmaz” veya “A’nın bütün anlatımlarının sayıları asal sayılardır” diyebiliriz.

Ama, Gödel’in çözümü ile ilgili, sonlucularca vurgulanan türde güçlükler söz konusu. Doğal sayılar dizisinin bütününü, bir anlamda, “belirli” olarak düşünüyoruz ve olanaklı anlatımlar kuramına kesinlik vermek için bu düşünüye dayandık. Peki, ya hiç kimsenin hiçbir zaman söz etmediği ya da düşünmediği sayılar ne olacak? Bir anlatımda yer alan bir şey olması dışında bir sayı nedir? Eğer hiç sözü edilmemiş bir sayı bir olanaklı anlatıma karşılık gelir ise, bu anlatım, böyle bir sayı aracılığı ile döngüselliğe düşülmeden belirlenemez.

Bu konu, şimdilik, daha ileri götürülemez; çünkü, bizi mantıksal dil konusunda fazla derine çeker. Böyle mantıksal özellikleri göz ardı ederek, yalnızca nesne sözcüklerini kapsayan bir dilin olanakları konusunda biraz daha kesin olup olamayacağımızı görelim.

Nesne sözcükleri arasında, gördüğümüz gibi, “koş”, “ye”, “vur” gibi eylemler ve hattâ, “içinde”, “üstünde”, “önce” gibi, bağıntılar bulunmaktadır. Bir nesne sözcüğü için özsel olan tek şey, bir küme olay (görüngü) arasında bazı benzerlikler bulunmasıdır. Bu, kümenin örnekleri ile bu kümeyi anlatan sözcüklerin örnekleri arasında birlik kurulabilmesi için yeterince etkilidir. Birlik kurmanın yöntemi de, bir süre, kümenin her bir üyesi görüldüğünde sözcüğün sıkça işitilmesidir. Bu yol ile öğrenilebilecek şeylerin, ruhbilimsel yeteneğe ve ilgiye bağlı olduğu da açıktır. “Ye” demenin çeşitli örnekleri arasındaki benzerlik çocuğu, yemek onun ilgisini çektiği için, büyük olasılık ile, etkileyecektir. Ama, “onikigen” sözcüğünün anlamını bu yol ile öğrenmesi için bir çocuğun, geometri konusundaki ilgisinin Pascal’ınkinden daha erken gelişmesi ve Gestalt algılamasını sağlayacak, insan üstü bir yeteneğinin olması gereklidir. Böyle yeteneklerin olması, mantıksal olarak, olanaklıdır. Ama, “veya” sözcüğünü ele alırsak, bir çocuğa, duyulur dünyada, bunun karşılığının örneklerini gösteremezsiniz. “Puding veya pasta ister misin? Diye sorduğunuzda, çocuk istediğinde, “puding veya pasta” diye bir yiyecek bulamazsınız. Böyle olmak ile birlikte, “veya”nın deneyim ile bir bağıntısı vardır; seçim deneyimi ile bağıntılıdır. Seçimde önümüzde iki olanaklı davranış yolu (yönü) vardır. Başka bir deyiş ile, eylem yolları ile ilgili iki edimsel düşüncemiz vardır. Bu düşünceler açık tümceler içermiyor olabilir. Ama, bunları açık saydığımızda temelde hiçbir değişiklik olmaz. Dolayısı ile, bir deneyim ögesi olmak bakımından “veya”, tümcelerin ya da başka bir olgu ile, benzer bir biçimde, bağıntılı olan anlıksal bir şeyin varlığına bağlıdır. “Bu veya şu” dediğimizde, bir nesneye doğrudan uygulanabilir bir şeyi değil, “bu” demek ile “şu” demek arsında bulunan bir bağıntıyı anlatırız. Anlatımımız anlatımlar konusundadır. Bunlar, ancak, dolaylı olarak nesneler konusunda olur.

Benzer bir biçimde, deneyim ile doğrudan bağıntılı görünen değilleyici (yadsıyıcı) önermeleri ele alalım: Diyelim ki, size “kilerde yağ var ama peynir yok” deniyor. Her ne kadar, kilerdeki duyulur deneyime aynı ölçüde bağlı görünseler de, “yağ var” ve “peynir yok” anlatımları, gerçekte, çok ayrımlı düzeydedir. Belirli bir olay vardı, bu olay yağı görmekti; belki yağı düşünmüyordu ve yağ sözcüğünü aklına bu olay getirdi. Ama, “peyniri görmemek” ya da “peynirin yokluğunu görmek” diye bir olay yoktu. Kilerdeki her şeye bakmış ve her durumda, “bu peynir değildir” yargısına varmış olması gerekir. Bu yargıya vardı, ama bunu görmedi; her şeyin ne olduğunu gördü, ne olmadığını değil. “Bu peynir değildir” yargısına varması için “peynir” sözcüğünün ya da eşdeğerinin aklında önceden olması gerekir. Gördüğü şeyin çağrışımı ile “peynir” sözcüğünün çağrışımı arasında bir çatışma vardı ve bu neden ile “bu peynir değildir” yargısına vardı. Ama, konuşan kişi önceden sorulmuş bir soruyu yanıtlıyor ise aynı şey onaylayıcı bir yargı için de olabilir; bu durumda “evet bu peynirdir” der. Bu durumda, “”’bu peynirdir’ anlatımı doğrudur” demek ister ve “bu peynir değildir” dediğinde ise, “’bu peynirdir’ anlatımı yanlıştır” demek istemektedir. Her iki durumda da bir anlatım üzerine (ikincil dilde) konuşmaktadır; bunu, doğrudan algısal bir yargı ile yapar. Bu neden ile, yalnızca nesne sözcüklerini anlayan birisi kilerde bulunan her şeyi söyleyebilecek, ama, peynirin bulunmadığı çıkarımını yapamayacaktır. Ayrıca, doğru, yanlış kavramlarını da bilmeyecektir. “Bu yağdır” diyebilir ama, “bunun yağ olduğu doğrudur” diyemez.

Yukardaki değerlendirmeler “bütün” ve “bazı” için de geçerlidir. Felsefesel düşünmeyen gözlemcimizin, herkesin adının Williams olduğu, küçük bir Galler kasabasına gittiğini varsayın. Gözlemci burada, A’ya Williams dendiğini, B’ye Williams dendiğini v.b. bulgulayacaktır. Buradaki herkesin adının Williams olduğu da anlaşılabilirdi, ama, gözlemci bunu anlayamaz. Onun bunu anlayabilmesi için “A, B, C… bu kasabadaki bütün insanlardır” önermesini bilmesi gerekir. Ama, bu kilerde peynir olmadığını bilmek gibidir; “bu kasabadaki hiç kimse A veya B veya C… değildir”i bilmeyi içerir. Bunun, yalnızca, algı yolu ile bilinmesi olanaksızdır.

“Bazı” konusu karmaşık. Gözlemci, “bu kasabadaki bazı insanlara Williams denir” diyemez mi? Benim düşünceme göre diyemez. Bu da “puding veya pasta” gibidir. Algı bakımından onlardan hiçbiri “bazı insanlar” değildir. Onlar oldukları insanlardır. “Bazı insanları”ı, ancak dil aracılığı ile, dolaylı yoldan, anlayabiliriz. Bir toplamın bir bölümü konusunda anlatımda bulunduğumuzda, aklımızda almaşık olanaklar vardır. Her tikel durumda anlatım doğru ya da yanlış olabilir ve biz, belki her durumda değil, ama, belirli durumlarda onun doğru olduğunu savlarız. Doğruluk ve yanlışlığı katmadan almaşıkları anlatamayız. “Doğru” ve “yanlış” mantıksal terimlerdir. Dolayısı ile, katıksız bir nesne dili “bütün” sözcüğü gibi “bazı” sözcüğünü de içeremez.

Nesne dilinin, daha üst düzeydeki dillerin tersine, “doğru” ve “yanlış” sözcüklerini, ne anlamda olur ise olsun, kesinlik ile içermediğini gördük. Dildeki bir sonraki aşama, yalnızca, nesne dilinde konuşmaktan öteye geçerek, bu dil üzerine de konuşabildiğimiz aşamadır. Birinci tür dilden bir tümcenin ne demek istediğini, ikinci tür dilde onun doğru olduğunu söyleyerek vurgularız. Söylenmek istenen, tümcenin, bir algı verisinde dikkate alınamayacak bir anlama gelmesi gerektiğidir. Bir köpek görür ve “köpek” derseniz, anlatımınız doğrudur. Köpek kulübesinde bir köpek görür “kulübedeki köpek” derseniz, anlatımınız doğrudur. Bunlar yüklemsiz tümcelerdir; tek sözcükten oluşabilirler.

Dil konusunda kafa karıştırıcı şeylerden biri de, gündelik konuşmada, tümcelerin doğru ya da yanlış olabilmesi, ama, sözcüklerin, tek başlarına, doğru ya da yanlış olamamasıdır. Nesne dilinde böyle bir ayrım yoktur. Bu dilin her bir sözcüğü yalnız olabilir ve algının, o sırada karşıda olan, verisine uygulanabilir.

Nesne dilinde, “köpek” dediğinizde, bakmakta olduğunuz bir kurt ise, anlatımınız yanlıştır. Değişik türdeki diller içinde sınıflandırılmamış olan gündelik konuşmada, “köpek” sözcüğü ortaya çıktığında, nesne dilindeki bir sözcük olarak mı, yoksa, “o bir köpek değildir” dediğimizdeki gibi önermesel bir biçimde mi kullanıldığını bilmek olanaksızdır. “Köpek” sözcüğünün bir köpeğin varlığını yadsımak için de, onaylamak için de kullanılabildiğinde, sözcüğün, bütün savlayıcı gücünü kaybedeceği açıktır. Ama, bütün öbür dillerin temeli olan nesne dilinde, her sözcük bir savı dile getirir.

Şimdi, nesne dili konusunu bütünü ile yeniden anlatalım. Bir nesne sözcüğü benzer sesler veya seslendirmelerin bir sınıfıdır. Bunlar, alışkanlık yolu ile, sıkça sözü geçen sesler veya seslendirmeler ile aynı anda deneyimlenmiş, bakışımlı olarak, birbirine benzeyen olayların bir sınıfı ile bağıntılı duruma gelir. Bir başka deyiş ile, A¹, A², A³… bir benzer olaylar sınıfı olsun, a¹, a², a³... de benzer sesler veya seslendirmeler sınıfı olsun ve varsayın ki, A¹ olduğunda a¹ sesini, A² olduğunda , a² sesini işittiniz v.b. Bu pek çok kez olduktan sonra A¹, A², A³… gibi bir A n olayını dikkate alırsanız ve bu, çağrışım yolu ile a¹, a², a³... benzeri bir sesi düşünmenize veya seslendirmenize yol açar. Eğer A sınıfı, üyelerinin A¹, A², A³… olduğu, bakışımlı olarak, birbirine benzer olayların bir sınıfı ise ve a sınıfı, üyelerinin a¹, a², a³... olduğu, bakışımlı olarak, birbirine benzer sesler veya seslendirmelerin bir sınıfı ise, a, A sınıfının adı olan bir sözcüktür veya “anlamı” A sınıfıdır. A ve a için sözü geçen koşulları sağlayan çeşitli sınıflar olabilir. Nesne dilini öğrenen bir çocuk J. Stuart Mill’in tümevarım kurallarını uygular ve yanlışlıklarını, adım, adım düzeltir. Çocuk “Sezar” adında bir köpek tanıyor ise, bu sözcüğün bütün köpekler için geçerli olduğunu düşünebilir; “köpek” adı ile çağırdığı bir köpek tanıyor ise, bu sözcüğü başka bir köpeğe uygulamayabilir.

Rastlantısal olarak, birçok olay türlerine uyar. Bir çocuğun yaşamında, ona kedi gibi görünen bir şey kedidir ve annesi gibi görünen bir kişi ise annesidir. Ama, böyle rastlantısal birleştirme (sözcük ile görüntü bağıntısı kurma) ile konuşmayı öğrenmek çok zor olurdu; evrende çoğu katıyı gaz durumuna geçirecek düzeyde ısı olsaydı, hemen, hemen olanaksız olurdu.

Belirli bir durumda “kedi” diyorsanız, bu, (nesne dili ile sınırlı olduğunuz sürece) çevrenin bir özelliğinin, önceki kedilere benzediğinden “kedi” sözcüğü ile bağıntılı olmasındandır. Bu özellik, bir kediye, bir hayvanbilimciyi doyuracak benzerlikte olmayabilir. Bu bir vaşak veya bir yavru leopar olabilir. Sözcük ile nesne arasında kurulan çağrışım bağıntısı, siz, kediye çok benzeyen ama, kedi olmayan, kediye pek benzemeyen ama, kedi olan çok sayıda hayvan görene dek “doğru” kurulmuş olmayabilir. Ama, buradaki “doğru” sözcüğü toplumsal bir sözcüktür; gerektiği gibi davranmayı anlatır. Belirli nesneler “kedi” sözcüğünü sizin aklınıza getirip başkalarının aklına getirmediği anda, bir diliniz var demektir. Ama, bu dilin, gerektiği gibi konuşulmamış bir Türkçe olma olasılığı vardır.

Kuramsal olarak, yeterli yetenek olduğunda, dilsel olmayan her olayı, nesne dilinde anlatabiliriz. Aslına bakılır ise, “John atı yük arabasına koşarken boğa ansızın yerinden fırladı ben de kaçtım” veya “`yangın´ diye bağırarak kaçıştıkları sırada perde indi” gibi çok karmaşık olayları gözlemleyebiliriz. Böyle bir şey, konuşmamız pek düzgün olmasa da, nesne dilinde anlatılabilir. Nesne dili ile istekler, inançlar, kuşkular gibi gözlemlenebilir olguları anlatmanın olanaklı olup olmadığı zor bir soru. Bunu daha sonraki bir bölümde ayrıntılı olarak tartışacağım. Nesne dilinin “doğru” ve “yanlış” sözcüklerini, “değil”, “veya”, “bazı”, “bütün” gibi mantıksal sözcükleri içermediği kesindir. Mantıksal sözcükler bir sonraki bölümün konusu olacak.